Düşüncelerimiz

Filozof Rene Descartes ( Röne Dekart diye okunuyor) ne demişti “Düşünüyorum öyleyse varım” Dekart bu sözünü 1637 yılında yazdı, bulunduğu yıla göre bu cümle bilim dünyasında çığır açtı  fakat şimdiki bilim insanları Dekart’ın bu sözünü artık yetersiz bulur çünkü insan sadece düşünce değil onunla beraber milyonlarca sürecin birleşimidir ki bir çoğunun gerçekleşmesinden bilinç düzeyinde haberi bile yoktur. Zaten olsaydı “Ooooo buyrun buyrun hoş geldiniz, bir saniye kızlar size demedim şu anda hücrelerimin kapıları açıldı, glikozlar yani şeker molekülleri her bir hücremden içeri giriyor, az müsadenizle onlarla ilgileneyim, size döneceğim” derdik.

Vücudumuzda haberimiz olmadan neler gerçekleşir diye sorarsak örneğin, her gün elli milyar ile yetmiş milyar arası yeni hücre vücudumuz üretir ve yine aynı gün içinde aynı rakam hücre ölür. Örneğin, ömrümüz boyunca  tırnaklarımız on üç bin yüz doksan yedi kilometre uzar! Şaşırtıcı değil mi? Aslında beynimizin işi sahiden başından aşkın, yaptığı o kadar çok şey var ki bizi hayatta tutmak için, çünkü saniyede on bir milyon bilgiyi çözümlemesi gerekiyor.

Evet  evet yanlış duymadınız her saniye başı on bir milyon tane bilgiyi kullanıyoruz biz belki de bunlardan bir kaç tanesini fark ediyoruz. Bir deneme yapalım mı? Daha net olması için  fakat tabi on bir milyon tane şeyi yazmaya kalksam senelerce bilgisayarın başından kalkmadan yazmam gerekir ki bu insafsızlıkta burada bir okuyucum olacağını sanmıyorum.

Sadece nasıl bir yapı işliyor netleşmesi için kafamızda, mesela, su içmek istiyorum suyu taşıyan kap bardak, bardak camdan oluşuyor, cam kırılırsa keser, dikkatli davranmam gerekir, camın yapımında kum ham madde olarak kullanılır. Suyu bardağın içine koyacağım, suyu şişeden bardağın içine boşaltacağım, şişe mutfakta tezğahın üstünde, soğuk bir şişede dolapta var gibi milyonlarca fark etmediğim ama bildiğim bilgi ile ben suyu içiyorum. Bu durumda bir bilgiyi uygulamak ya da edinmek mucize değil de nedir?

Düşüncelerimizin yüzde birini sadece bilinçli olarak algılayabiliriz fakat yüzde doksan dokuzu bilinç altında saklıdır. Düşünceler birdenbire aklımıza gelir, örneğin, “Şu marka elbiseyi almam lazım çünkü indirime girmiş ve bu fiyata bu marka elbiseyi bir daha bulmamın imkan ve ihtimali yok” deyip o elbiseyi ve fiyatı gördüğümüzde aslında çok önceden aldığımız bir kararla o elbiseyi alırız.

Hiç kimse birdenbire kutup ayılarının nesli tükenmesin, onları yaşatmak için tüm ömrümü bu konuya kendimi adayacağım diye bir anda o kararı almaz. Belli ki bu konuya çok uzun yıllar önce karar verilmiştir ve bir çok yaşanılmış, tecrübe edinilmiş, okunulmuş ve izlenilmiş konuların birikimi ile karar verilmiş bir eylemdir.

Biz insanlar telaffuz edemeyeceğim kadar sayısal çoklukta bilgi ve düşünce ile şekillendirilmiş sinir ağlarından oluşuruz ve hafızamız bizi biz yapan bilgi ile bugün  bir anda “Kadın düşmanı” yarın  bir anda “Feminist” gibi iki ayrı uçta davranmamızı engeller. Kişiliğimizi ve başkalarının gözünde oluşturduğumuz imajımızı koruyan, aynı zamanda bu bilgileri depolayan bir yapıya sahibiz. Bu durum kendimizi geliştirerek tüm yaşantımız boyunca devam eder.

Düşüncelerimiz, bizim bulunduğumuz toplum, gelenek, inanış, çevre, aile, aldığımız eğitim ve tecrübelerimizden etkilenir ve şekillenir. Bunun yanı sıra genetik faktörlerin de rolü vardır. Tarihte yaşamış ünlü Roma imparatoru ve filozof Marcus Aurelius der ki ”Tüm duyduklarımız başkalarının düşüncesi, gerçek değil. Tüm gördüklerimiz bakış açısı, salt doğru değil” bu tarihe geçmiş söz kısaca özetlemiş esasında, biz insanların doğduğu coğrafya, kültür ve diğer yukarıda saydığım faktörler düşüncelerimizi oluşturur. O sebeple dünyada tek doğru diye bir şey yoktur! Çünkü her toplum kendi düşüncelerinin doğru olduğuna inanır ve her hangi bir konuda tartışır bulursak kendimizi, sadece aklımıza getirmemiz gereken, biz ne kadar tutkulu ve ateşli şekilde kendi doğrularımızı savunursak, karşımızdaki kişi de aynı şekilde kendisinin, öğrendiklerinin ve inandıklarının savunucusu olacaktır.

Duygularımız

Duygularımız, doğuştan gelen ve öğrenilen olarak ikiye ayrılır. Doğuştan gelen duygulara örnek olarak şefkat ve merhamet duygusunu verebiliriz. Bu konuyu kapsayan bebekler üzerinde bir araştırma yapılır, laboratuvar ortamında bebekleri oyuncaklarla dolu bir odaya koyarlar. Bebekler emeklerken önüne gelen bir engel olduğunda ve onu geçemediğinde diğer bebeğin gelip sırtına pat pat yaptıktan sonra arkadaşını engelleyen oyuncağı, bir kenara götürüp koyup bir daha bebeklerin o oyuncakla hiç oynamadıkları gözlemlenir. Çünkü belli ki o oyuncak arkadaşlarını rahatsız etmiştir o sebeple de o oyuncak “Kötü” ilan edilip terk edildiği tespit edilir. Bebekler basit yargılara sahiptir onlar için bir şey “Doğru” ya da “Yanlıştır” ve içgüdüsel olarak şefkat ve merhamet hissederler. Şefkat duygusu da  “Sevgi” ile ilişiktir.

En zoru da sevgiliye edilen veda sanıyorum. Aşık olduğu insandan ayrılan insanın hissettiği duygu ölüm acısı ile aynı duygudur. Çünkü biliriz ki ayrıldığımız kişiyi sonsuza kadar kaybetmişizdir. Aşk ne güzel bir duygu öyle değil mi? Yararlı bir duygu mu yoksa yararsız mı siz karar verin? Sanıyorum kişiden kiye değişen göreceli bir kavram.

Aşkın beyindeki fizyolojik gelişiminden önce söz etmek istiyorum, ilk birinden hoşlandığımızda beynimiz, adrenalin  (Adrenaline) denilen bir hormon salgılar ve bu hormon dakikalarla ölçülür. Sonrasında karşımızdaki aynı kişinin konuşmasını, bize karşı davranışlarını beğendiysek beynimiz dopamin  (Dopamine) hormonu salgılamaya başlar, bu hormon da aylarla ölçülür ama bu hormonun ömrü de altı ayı bulmaz. İlişkinin bir kaç ayından sonra oksitosin (Oxytocin) hormonu devreye girer bu da bağlılık hormonu diye de ayrıca isimlendirilen bir hormondur, o da iki seneden sonra yavaş yavaş üçüncü senenin sonuna doğru kaybolur. Demek istediğim üçüncü seneyi birlikte olduğumuz kişiyle tamamladıktan sonra beynimizdeki sürekli hormon üretimi hali biter.

Daha sonra ilişkimiz sağlam temel üzerine oturduysa örneğin, ilişkinin varlığı birbirimize değer katıyorsa, karşılıklı yaptıklarımız birbirimizi destekliyorsa devam eder ve bunu her anlamda düşünebiliriz. Biraz daha örneklendirmem gerekirse, sevdiğim kişiye yaptığım bir işte “Şimdi ne düşünecek bu konu ile ilgili bir de onun görüşlerini alayım” ihtiyacındaysak ve yaptığımız bir çok aktiviteyi beraber yapmayı seviyorsak aynı zamanda en az bir tane ortak noktamız ve paylaşımımız varsa uzun ömürlü bir ilişkiye başlamışız demektir.

Modern dönemde, kadın ya da erkek fark etmez iki cins de ilişki ömrünün çok kısa olduğundan şikayet ediyor. Karşılıklı suçlamalar, sosyal medyanın fazla kullanımı, alternatiflerin çoğalması ile dejenerasyonun başlaması gibi bir çok nedenle ilişki ömrünün kısalığı gerçeği söz konusu. Fakat bir de az önce saydığım hormonların bağımlıları da var! Örneğin, bir kişi adrenalin bağımlısıysa biraz flört edip o gece istediği kişiyle birlikte olup ertesi gün bir daha  birlikte olduğu kişiyi hiç tanımamasının sebebi adrenalin hormonununun karşısındaki aynı kişiye ikinci kez üretilmemesinden dolayıdır. Adrenalin hormonunun tekrar tekrar kendilerini vurmasını isterler bu sebeple de her hafta yeni bir partner edinirler. Dopamin hormonu   bağımlılığını da aynı şekilde değerlendirebiliriz onlar da aylık sevgili değiştirirler en fazla bir ilişkiyi üç ay sürdürürler. Oksitosin bağımlıları ise ilişkilerinin ikinci yılından sonra “Artık eskisi gibi değilsin” şikayetlerinde çok sık bulunurlar (Çünkü hormon üretimi azalıp bitmeye yüz tutmuştur) ve bir şey hissetmediklerini düşünmeye başlarlar ve sürekli ilişkide bahane üretmeye  aynı zamanda suçlayacak konu bulmaya başlarlar. Bu da gösterir ki sadece “Cinsel çekim” üzerine kurulu ilişkiler hormon kurbanı olarak sonlanmaya mahkumdur.

Konu ile ilgili sorularınız ya da paylaşacaklarınız varsa  iletişim için  zeynepeylemsenkal@fransizlape.com

Instagram hesabı: @psikologeylemsenkal

Psikolog “Uzman spor psikoloğu”

Zeynep Eylem Şenkal