Ketojenik Diyetler Gerçekten Olumsuz Mu?
Ketosis Hakkında Çok Fazla Değişik Veri Bulunuyor: Acaba Yan Etkiler Gerçekten Olumsuz Mu?
Yakın zaman önce hastalarına düşük karbonhidratlı/ketojenik diyetler öneren kişileri kınayan bir blog yazısı okumuştum. Hatta bu blog yazısı ketojenik diyetlerin pek çok olumsuz etkisinden bahsediyordu ve algılanan bu olumsuz etkilere dayanarak yazar ketojenik diyet uygulayacak kişileri ciddi olarak uyarıyordu. İlk olarak not etmekte fayda var ki; okuduğum blogdaki alıntıların çoğu da epilepsi tedavisinde özel ketojenik diyetle beslenen çocuklar üzerinde yapılan eski araştırma sonuçlarına dayanıyor. Zaten biz de düşük karbonhidratlı ketojenik diyetleri yetişkin çağdaki kilolu kişiler, obezler açısından değerlendiriyoruz.
Birtakım tıp uzmanlarının bazı bloglarda bize verdiği bu eski ve yanlış bilgiler için bu bloggerlara teşekkür ediyoruz. Zira bu yanlış anlayış 5-6.000 yıldır toplumun genelinin yağ asidi metabolizmasındaki oluşumların beşeri uygulanabilirliği açısından bir eksikliktir. Aslına bakılırsa hala toplumun bir bölümünde ketojenik diyetler konusunda bir anlaşmazlık, kafa karışıklığı mevcut.
İnsan vücudunun, metabolizmasının üç temel makro besin grubundan her hangi birinden yeterince aldığında yeterince iyi çalışacak şekilde tasarlandığı gerçeğini kabul etmek önemlidir. Bunlar; karbonhidratlar, proteinler ve yağlardır. Metabolizma bunu Krebs (trikarboksilik asit) döngüsü olarak anılan bir dizi inanılmaz enzimatik reaksiyonla gerçekleştiriyor. Kasların birlikte uyum içinde çalışması için ihtiyaç duyduğu ATP’yi (adenosin trifosfat) üreterek kalbi destekliyor, ciğerleri ve dolayısıyla ciğerleri genişletiyor. Bizim tükettiğimiz besinlere göre metabolizmanın hangi mevsimde olduğumuzu da anlayıp ona göre reaksiyon gösterebiliyor olması da şaşırtıcı bir durum değil mi? Elbette ki bu durum buzdolabının icat edildiği 1913 yılına kadar çok önemliydi. Zira her mevsimde bolca bulunan besinlerle vücudun kendisini idare edebiliyor, hatta mükemmel çalışıyor olması buna işarettir.
Vücudumuz mevsimlere göre salgıladığı hormonlarla vücudun dış dünyaya uyum sağlayabilmesine yardımcı oluyor. Burada kilit rol oynayan hormon elbette ki, insülin hormonudur. Bir bakıma insülin vücudumuzun mevsim algılayıcısı olarak görülür. Sağlıklı bir vücuttaki insülin üretimi kişinin karbonhidrat (şeker, nişasta ve bazı lifler gibi) alımına göre düşer veya yükselir. Aslına bakarsak insülin vücudumuza ne zaman bolluk içindeyiz, ne zaman kıtlık içindeyiz bunu anlatır, söyler. Peki “neden” diye sorabilirsiniz. 100 yıl öncesinde bizim buzdolabımız yoktu, henüz icat edilmemişti, o dönemlerde eğer yiyecekleri saklamak için karanlık bir mahzeniniz, kileriniz varsa şanslıydınız. Vücudun, metabolizmanın ne zaman besinleri saklaması, biriktirmesi gerektiğini bilmeye ihtiyacı var. işte vücuttaki insülin salınım miktarı bunun için bir işaret.
Yaz mevsimi boyunca patates, havuç, mısır ve diğer pek çok meyve, sebze çok bol olduğu için kolaylıkla ulaşılabiliyor. Bu saydıklarımın hepsi nişastalı karbonhidratlar, bunların hepsi vücutta tamamen emilebilmek için vücutta bir insülin tepkisi uyandırılması gerekiyor. İnsülin hormonu da yağ depolanmasını uyarmaktadır. Tıpkı ayılar gibi, bizim vücutlarımız da kış için besin depolama eğilimi içindedir. Karbonhidratların az tüketildiği kış mevsimi boyunca insülin üretimi aşağı seviyelere düşer, azalır. Bu durum oruç tutma döneminde ve emzirme döneminde vücutta ortaya çıkan doğal bir durumdur. Yıllar öncesinde büyükanneler, büyükbabaları düşündüğümüzde geçmişte onların tüm yıl boyunca korunması için salamura edilmiş ya da fümelenmiş etleri peynirleri kullanıyorlardı.
O zor şartlarda yaşayan, ovaları, dağları geçen insanların yanında genellikle kurutulmuş, dövülmüş etler vardı. Bu etler diğer gıdaların yokluğunda pratik ve besleyici bir besin kaynağı olarak tüketilen yağ ve protein deposuydu. Çok yaşlı büyükannenizle, büyükbabanızla sohbet ettiğinizde size anlatıyor olabilir, onlar çocukken yılbaşı ya da bayram hediyesi bir tane portakal bile olabiliyormuş. Günümüz şartlarında çok da gerçekçi gelmese de pek çok hasta her sabah şifa olsun diye 12- 15 tane portakalı sıkıp bir bardak dolusu portakal suyu içiyorlar. Bizim büyükannelerin, büyükbabaların kış diyetleri nişasta ve karbonhidrat bakımından oldukça fakirmiş. Karbonhidrat alımını azaltıldığında da doğal olarak insülin hormonu az salgılanıyormuş.
Tekrar altını çiziyorum ki, insülin hormonu bize bolluk zamanı içinde olduğumuzu anlatıyor, kilo alımını uyarıyor ve kışa hazırlık için kolesterol üretimini artırıyor. Ketojenik diyetlerin uygulanmasını öneren kişiler de zaten insan metabolizmasının duruma, mevsime kendisini uyarabilme özelliğini hesaba katıyor, kiloyu düşürmek, kolesterol ve diğer metabolik denge değerlerini normalize edebilmek için kullanıyor.
Öncelikle ketoz ve ketoasidoz arasındaki farkları bir tanımlayalım ve bu blog dünyasında hızla yayılan yanlış anlaşılmaları açıklamaya çalışalım.
Keton; vücudun bazı proteinleri (amino asitler) ve yağları yakarak ürettiği bir moleküldür. Üç tür keton vardır: Beta-hidroksibütrik asit, asetoasetik asit ve asetondur. Eğer ketozlar “kötü” ise vücudumuz neden bunları üretiyor? Aslında onlar kötü değil, hatta pek çok çalışma vücut birincil yakıt kaynağı olarak glikoz yerine ketozları kullandığında metabolizmanın daha etkili ve aktif işlev gösterdiğini ispatlıyor. Zira vücut sadece belli bir miktarda glikozu ya da şekeri yakıt olarak kullanabiliyor. Eğer hiç atletler, maraton koşucuları, triatloncularla sohbet ettiyseniz, 45-90 dakika arasında dayanıklılık egzersizi yaptıktan sonra glikoz üretimini bittiğini ve bir baygınlık hissi (düşük kan şekeri ya da hipoglisemik bir atak) yaşadıklarını söyleyeceklerdir. Maalesef vücudumuz glikozu sadece 18-24 saat boyunca saklayabiliyor.
Oysaki vücut, yağ hücreleri içinde bulunan yağı trigliserid şeklinde günlerce depolayabiliyor. Trigliserid de ketonlara ayrılıyor. Şöyle söyleyebilirim ki; glikoz “kurşunsuz” yakıtsa, ketonları “dizel yakıt” olarak düşünebilirsiniz. Zira ketonlar depolanması ve uzun süre çalışması daha kolaydır.
Ketonlar üzerinde birincil yakıt olarak işlev gören ortalama sağlık koşullarına sahip olan bir kişinin kanında, 0.4-4 mmol/L arasında değişen bir keton seviyesi ölçülür. Ketonların aktif ve düzenli olarak kullanımı ile denge ve vücuttaki keton seviyesi yükseldiğinde devreye giren bir geribildirim mekanizması sebebiyle vücudun pH değeri yaklaşık olarak 7.4 civarında olacaktır.
Ketoasitler dramatik derecede birbirlerinden çok farklıdırlar. Eğer Tip 1 Diyabet hastasıysanız, hiç insülin üretmiyorsunuz demektir. Bu durumda vücudun keton kullanımını düzenleyen geribildirim mekanizması da kırılmış olur. vücut glikoza ulaşamadığı ve insülin üretemediği zaman, keton artışı ve trigliserid seviyesi de hızlanır. Hatta keton seviyesi 25 mmol/L’nin bile üzerine çıkabilir. Kan şekerinin ve keton seviyesinin yüksek olduğu vakalarda da kandaki asit seviyesi 7.3’ten daha aşağılarda bir pH değerine ulaşır. İşte bu durum metabolik asidoz olarak adlandırılır ve düşük pH değeri besinlerin enzimatik süreçlerini kapattığı için bu birey çok ciddi bir şekilde hastalanır. Hatta acilen tedavi edilmezse hayati tehlike yaşanabilir, ölüm de kaçınılmaz olur.
Ancak Tip 1 Diyabet hastası değilseniz, bu kadar çok endişelenmenize gerek yok. Zira karaciğeriniz günde yaklaşık olarak 240 gram glikoz üretir ve bu da pH seviyenizi kontrol altında tutan bazal insülin salınımını uyarmaya yeter. Aynı zamanda bu şekilde kilo kaybı da ayda yaklaşık 2-10 arasında tutarlı bir ilerleyiş izler.
Tip 1 Diyabet hastası iseniz de çok fazla endişelenmeyin. Karbonhidrat alımınızı kısıtlamanız, bireysel metabolizmanızın işleyişini fark ederek kontrol altında tutmanız yeterli olacaktır. Bu durumda insülin kullanırken karbonhidratlar yönünden de kısıtlı beslenmek konusunda doktorunuzla görüşmeniz doğru olacaktır.
Peki diğer yan etkiler neler, uzmanlar ketojenik diyetlerden neden şikayet ediyorlar?
- Gastrointentinal (mide ve bağırsakla ilgili) rahatsızlıklar
Evet, belirtmekte fayda var ki; doktorun önerdiği diyette ketonlar bakımından bir değişiklik yaptığınızda ishal, kabızlık ve gaz sorunu yaşama ihtimaliniz var. Bu risk çoğu durumda geçerli. Zira günlük rutin beslenmenizde bünyeniz yeterince yeşillik tüketmeye alışkın değil, ancak yapay tatlandırıcıları ise bolca kullanıyorsunuz. Öncelikle altını çizmeliyim ki, ketojenik diyetler üzerine yapılan çalışmaların çoğu lif içermeyenlerden seçilmiş ve bu noktala yapılan çalışmalar da ketojenik yağ takviyeli karışımları ya da bu yapay tatlandırıcılar içeren preparatları kullanan çocukları kapsıyor. Eğer her hangi bir bariatrist (obeziteden korunma ve tedavi uzmanı) ile konuştuysanız, ketojenik beslenmenin en iyi yolunun gerçek ve doğal besinleri yemeniz olduğunu söylemiştir. Bu bağlamda dünya üzerinde ketojenik diyet uygulayan % 65’inin reflü sorunlarının düzeldiği de bilimsel bir gerçektir.
- Saç dökülmesi, incelmesi
Her hangi bir diyet uygulayıp kilo kaybı yaşamaya başladığınızda, eğer ekstra ürünlerle saç derinizi beslemezseniz kilo kaybı yaşayabilirsiniz. Daha önceden yayınlanan bir dizi ketojenik diyet araştırmasında göz önünde bulundurulduğunda hepsinde kalorinin fazlasıyla kısıtlandığı görülüyor. Ancak eğer siz ketojenik bir diyeti doğru adımlarla takip ederseniz, kaloriyi kısıtlamak zorunda kalmazsınız. Hatta ketojenik diyet yapan pek çok kişi günlük 1800 kaloriyi aşan oranda besleniyor. Bu durumda da saç dökülmesine yol açan etkenin ketojenik diyet değil de, ketojenik diyetin doğru uygulanmaması, ketojenik diyete artı olarak bir de kalori alımının kısıtlanmasının yol açtığı söylenebilir.
- İnflamasyon riski
Son 8 yıl içinde ketojenik diyet yapan pek çok hastanın, alyuvarların çökme hızı ve ürik asit gibi inflamatuar göstergelerinin hepsinin azaldığı biliniyor. Örneğin vücuttaki her hangi bir iltihabın iyileşmesi için uygun bir şekilde formüle edilip düzenlenmiş bir ketojenik diyet uygulanmasını tavsiye ediyorum. Ketojenik diyetlerin çocuklar üzerindeki etkisini araştıran daha eski araştırmalar, Omega 6 yağ asidi içeren bitkisel yağların inflamasyon ve oksioksidasif stresini, kortizol düzeyini artıran ve trigliseridi yükselten ikincil etkiye sahip olan yağların pek çoğunu içeriyor. Bu bakımdan inflamasyon içerme riskinin olması da kaçınılmaz.
- Böbrek taşları/gut astalığı
Bu hastalıklar genellikle ürik asidin ani artışından kaynaklanır. Ketojenik diyet uygulamalarında ürik asit değerinin düştüğü pek çok araştırma ile sabittir. Ancak ketojenik diyet uygulayanlarda ürik asit değerinin yükseldiği gözlenen araştırma evreni çok kısıtlıdır ve bunlarda ketojenik diyet usullerinin tam olarak uygulanmadığı da bilinmektedir. Aynı düzlemde ketojenik diyetlerin ikincil bir mekanizma ile kalsiyum okzalat taşlarının oluşumunu da azalttığı bir gerçektir. Ancak burada ketojenik diyet uygulayacak olanları karbonhidrat kısıtlamaları konusunda ısrarla uyarıyorum.
- Kas krampları, kas zayıflığı
Kilo kaybetme işlemi, vücuttaki yağın karbondioksitte ve suda yanmasıyla meydana gelir. Biz nefesle karbondioksit alırız, ancak vücutta üretilen suyun da böbreklerden atılan tuzu takip etmesi gerekiyor. Dolayısıyla tuzu kaybettiğimizde zayıflarız ve kontrollü bir süreç değilse kas krampları yaşarız. Bu sorunun çözümü için düşük karbonhidrat diyetlerinde tuzu kısıtlamayı bırakmaktır. Aslında tuz alımını kısıtlayan tek memeli canlı biz insanlarız. Çünkü az yağlı diyetler vücutta su tutulmasına sebep oluyor. Düşük karbonhidrat diyeti ise bunun tam tersini gerçekleştiriyor. Yemeklerle birlikte deniz tuzu, sığır eti veya tavuk bulyon kullanın. Bununla birlikte sarı hardal da kullanabilirsiniz (az miktarda sarı hardalın kas kramplarını azalttığı biliniyor). Eğer kalp yetmezliği sorununuz varsa ilaçlarla birlikte tuz alımınız konusunda doktorunuza danışmanızı öneriyorum.
- Hipoglisemi (düşük kan şekeri)
Ketojenik diyetlerle ilgili olarak yapılan araştırmaların çoğunluğu epileptik çocuklar üzerinedir. Açlık süreci olarak adlandırılan bu diyetlerde John Hopkins’in ketojenik sıvı kullanımına dayanıyordu. Çocuklarda açlığın ve özellikle de epilepsi gibi genetik hastalıklara sahip olan çocuklarda açlığın hipoglisemiye sebep olduğu en bilindik tıp gerçeklerinden birisidir. Ancak yetişkinlerde ketojenik diyet ve hipoglisemi arasında her hangi bir mantıklı bağ bulunmamaktadır.
- Düşük trombosit sayımı
Ketojenik diyet ile düşük trombosit sayımı arasında anlamlı ilişki yine ilk kez diyet yapmak durumunda kalan epilepsi hastası çocuklarda görülmüştür. Böyle durumlarda durdurulamayan nöbetleri tedavi edebilmek için vücutta sıvı halde bulunan yağın yer değiştirmesi durumu gündeme geldi. Bu sıvılar genellikle diğer temel besin maddelerinden yoksun maddelerdi. Doğal ve “gerçek yiyecekler” tüketmediğinizde vücudunuzda Folik Asit, B2 vitamini ve bakır eksikliği yaşamanız da normaldir. Bu bakımdan düşük trombosit sayımının, doğru bir ketojenik diyet uygulayan kişilerde ortaya çıkma ihtimali çok düşüktür.
- Konsantrasyonun ve duygu durumunun zayıflaması
Karbonhidrat kısıtlamasının hakim olduğu diyet programlarını uygulayan kişilerde kısa süreliğine konsantrasyon ve duygu durumu bozuklukları yaşanabiliyor. Ancak bu durum sadece 2-4 hafta içinde geçmektedir. Bu durum bazı hastaların bünyesinde tıpkı bir morfin eksikliği kadar güçlü olabilirken, çoğunluğunda çok daha hafif hissedilir. Sonuç olarak şeker bir tür ilaçtır ve morfinin beyne yaptığı etki gibi hedonik reseptörleri etkiler. bu bağlamda bazı hastalar nişasta ve karbonhidratın kısıtlandığı diyetlerde baş ağrısı ve konsantrasyon eksikliği gibi sorunlar yaşarlar. Ancak bu konuda yapılan araştırmalar bünyenin ketojenik beslenme koşullarına kısa sürede alıştığını ve kısa bir adaptasyon sürecinin ardından tüm bilişsel işlevlerin normale döndüğünü gösteriyor.
- Metabolik asidoz (metabolizmanın asit dengesinin bozulması)
Tip 1 Diyabet hastaları ketojenik diyet uyguladıklarında metabolizmanın asit dengesi bozulabiliyor. Ancak bu durum çoğunlukla karbonhidrat ve protein alımının aşırı oranda kısıtlanmış olduğu çocukların ketojenik diyetlerinde yaşanabiliyor. Tıpkı epileptik hastaların uyguladığı ketojenik diyetlerin sonunda yaşanması muhtemel olduğu gibi.
- Osteoporoz
Eğer ketojenik diyetiniz çalkantılı ya da yemek yenilemeyi gerektiren bazda ise, osteoporoza sebep olabilecek mineral eksikliği riski taşırsınız. Fakat diyetinizde doğal ve gerçek besinleri kullanıyorsanız, bunun tam tersi bir sonuç alırsınız, rahatsızlıklarınızda hızla iyileşme yaşarsınız. Vitamin ve kemik oranı seviyeleriniz de normal değerler arasında seyreder.
- Kolayca zedelenme
Hem karbonhidrat hem de protein alımının birlikte kısıtlandığı ketojenik diyetlerde kaslarda ve vücudun genel yapısında kolay hasar görme, deforme olma, zedelenme eğilimi görülür. bu bakımdan ketojenik diyetlerde protein alımına ekstra özen göstermek gerekiyor.
- Enfeksiyonlar – kan zehirlenmesi – zatürree
Doğal ve gerçek besinlerle uygulanan ketojenik diyet programlarında enfeksiyon, kan zehirlenmesi ya da zatürree gibi rahatsızlıklar kesinlikle görülmemektedir. Ancak epilepsi ve diğer genetik hastalıklara sahip olan çocukların, düşük karbonhidrat ve protein diyetlerinde bu rahatsızlıklara rastlanmaktadır.
- Pankreatit (pankreas iltihabı)
Açlık glikozu olan ya da insülin direnci yaşayan hastalarda trigliserid genellikle yüksektir. İşte bu trigliseridin yüksek olması da pankreas iltihabının başlıca sebeplerinden birisidir. Ketojenik diyetlerin trigliseridi düşürdüğü de bilinen bir gerçektir.
- Uzun QT aralığı (kalbin elektriksel aktivitesinin bozulması) – kalp ritmi bozukluğu
Uzun QT aralığına ve kalp ritmi bozukluklarına sebep olan faktörler bir tane değil, aksine çok çeşitlidir. Açlık, hızlı kilo verme, sıvı protein diyetleri kalpteki iletim sinyallerini geciktirebilmektedir. Her hangi bir diyete başlamak isteyenlerin öncelikle bir sağlık kuruşuna başvurup kalp ritimlerini kontrol ettirmek için EKG çektirmeleri önerilir.
- Kolesterol değişiklikleri
Ketojenik diyeti layıkıyla uygulayanların trigliserid ve HDL (iyi kolesterol) seviyelerinde ciddi anlamda iyileşme görülüyor. Hasta diyetinde yapay tatlandırıcılar kullanıyor ve karbonhidrat kısıtlamasını layıkıyla yapmıyorsa trigliserid seviyesi 100’ün üzerine çıkıyor. Bu durumda da LDL (kötü kolesterol) yükseliyor. Ancak doğru ve gerçek besinlerle uygulanan ketojenik diyetlerde sonuçlar gayet olumludur.
- Adet düzensizlikleri – hiç adet görmeme
Protein ya da diğer beslenme yetersizliklerine dayalı diyetlerin öncelikle adet düzenini ardından da büyümeyi olumsuz etkileyeceği bir gerçektir. Bir kişi günlük beslenmesinde yeterli proteini almaz ya da gerçek besinlerle beslenmez ise adet döngüsünün bozulması ve hatta bazı vakalarda hiç adet görememesi doğal bir sonuçtur. Bu bakımdan düşük karbonhidratlı ve yapay besinlerle yürütülen ketojenik diyetlerde de bu söz konusu olabilir. Ancak gereği gibi uygulanan ketojenik diyetlerin adet döngüsünü düzene soktuğu da bilimsel bir gerçektir. Hatta gebe kalmakta zorlanan bazı kadınların, bir süre ketojenik diyet uyguladıktan sonra gebe kalabildikleri de saptanmıştır.
- Ölüm
Ketojenik diyetle beslenen epilepsi hastası çocuklarda nadiren de olsa ölüm vakalarına rastlanmıştır. Ancak bu vakalar çocuklarda oluşan selenyum eksikliğinden kaynaklanmaktadır ve ketojenik diyet uygulayan epilepsi hastası çocuklara selenyum takviyesi verilerek bu sorunun ortadan kalkması mümkün olmaktadır. Bu bağlamda altını çizmekte fayda vardır ki; ketojenik diyetinde ek ve yapay gıdalar yerine gerçek besinleri tercih eden çocuklar ve yetişkinlerde böyle bir sorunun yaşanmadığı da bir gerçektir.