‘’Beklentilerden vazgeçmek, en az onları yerine getirmek kadar ferahlatıcı bir yoldur. Kişi, bir konuda aslında bi hiç olduğunu kabul ettiği an yüreğinde tuhaf bir hafiflik ve ferahlık oluşur. Daha genç ya da daha zayıf olmak için kıvranıp durmaktan vazgeçtiğimiz gün, çok rahatlarız, keyfimize diyecek yoktur. ‘’Tanrı’ya şükür’’ deriz içimizden, ‘’kendimi kandırmayacağım artık.’’Kişinin kendi benliğine yüklediği her şey, bir başarının yanı sıra, bir yüktür de aslında.’’ W. James

Toplum ve beklenti

Çağdaş kültürlerde, ün, başarı, zenginlik, üstünlük ve kusursuzluğa verilen önem sonucu, insanın kimlik kavramı da bu tür beklentileri ne oranda karşılayabildiğine göre tanımlanmaktadır. Her ne kadar modern dünyada, geçmişe göre gelirimiz daha fazlaymış gibi görülse de, aslında modernitenin getirdiği zenginlik yalnızca görüntüdedir. Aslında artık daha fakiriz, çünkü beklentilerimiz fena halde tetiklenmiş, paramızın yettiğiyle elde edebildiklerimiz arasında derin uçurumlar oluşmuştur. Olduğumuz kişi ve aslında olabileceğimiz kişi arasında bir savaş başlamıştır. Beklentinin asla yetinmemek, sürekli daha fazlasını istemek olarak öğretildiği bir toplumda, kendimizi fakir ve sefil hissetmemiz mümkün müdür? Günümüzde özellikle sosyal medyanın yaygın kullanımı ile, kıyas, hoşnutsuzluk ve kıskançlık giderek artmaktadır. İnsan olmak, günümüzde yetersiz olmak demektir, kusursuz olmak amaç haline gelmiştir. Peki, böyle bir beklentiyi karşılamak mümkün müdür?

Beklentili ebeveynler ve çocuk

Geleneksel ailede çocuk, büyüklerinin isteklerini ve düşüncelerini soru sormadan kabul etmek zorundadır. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk, ileriki yaşamında kendi toplum grubundan kopup çağdaş dünyanın beklentileriyle başetme durumunda kaldığında ciddi sorunlarla karşılaşabilir. Girişimde bulunmak istediğinde suçluluk duyguları yaşayabilir; seçim yapma güçlüğü, kararsızlık, kendini ortaya koymaktan utanma ve düşüncelerini dile getirmede güçlük çekme gibi çağdaş toplum gereklerine göre davranış kusuru sayılabilecek durumlar ortaya çıkar. Bu duygular bazı ana-babanın kendi geçmişinde gerçekleştirememiş olduğu umut ya da beklentileri de içerebilir. Anne ya da baba, kendi yaşamında yapmak isteyip de yapamadıklarının umudunu çocuklarıyla sürdürmek isteyebilir. Kimi ise vaktiyle annesi ya da babası ile yaşayamamış olduğu yakınlığı çocuğu ile gerçekleştirebileceği sanısına kapılır ve çocuğun bu beklentisini yerine getirmesini bekler.Bazı ana-babalar, okulda ve diğer etkinliklerde başarılı olmaları konusunda çocuklarına aşırı yüklenirler. Çoğu çocuk, ; ana-babalarının bu aşırı beklentilerini karşılama gücüne sahip değildir. Gösterdiği çabaya rağmen ana-babasının onayını kazanamayan ve onların istediği kusursuzluk düzeyine ulaşamayan çocuk giderek kendi gözünde de değersizleşir. Çocuğun gelişimini aksatan bir diğer bicim ise, ana-babanın çocuklarını kendi özsever eğilimlerine doyum sağlayacak uzantılar olarak algılamalarıdır. Kimi anne, çocuğunu kendi yalnızlığını giderecek bir araç olarak algıladığından, büyümesini ve gelişmesini elinde olmadan engeller ve kendisine bağımlı kılar. Bir insan diğer bir insana aşın oranda bağımhysa bu onun kendi varoluş sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmakta olduğunu gösterir. Böyle biri diğer insana muhtaç olduğu oranda ona yönelik düşmanca duygular da taşır. Çünkü, varoluşunun sorumluluğunu ve kaderini bir başka insana teslim etmiştir.

Kimi ana- baba ise, çocuğunu ulaşmak istediği başarıyı gerçekleştirebilecek bir araç olarak görür ve çocuğun yeteneklerinin ötesinde beklentileriyle onun doğal gelişimini engeller. Biçimi ne olursa olsun, sonuç daima aynıdır. Ana-babanın narsisist kişiliklerini çocuklarına yansıtmaları, çocuğun özerk bir varlık olmayı öğrenememesi ve dolayısıyla narsisistik eğilimli bir yetişkin olmasıyla sonuçlanır. Narsisizmin gelişimini daha iyi anlayabilmek adına, Winnicott’un Gerçek ve Yapay Benlik ile ilgili kuramına bakmak gerekir. Winnicott, Gerçek Benliği, gelişim süreci içinde doğal olarak beliren biyolojik rahatlık ve yaşama hevesi olarak tanımlar. Gerçek Benlik beden dokularındaki ve işlevlerindeki hayatiyetten kaynaklanır ve başlangıcı, dış uyaranlara yönelik tepkiler olarak değil, organizmanın kendinden kaynaklanır. Gerçek Benlik, bebeğin omnipotans denemelerine annenin verdiği destekle bebeğin cılız egosunun güçlenmeye başlamasıyla hayat bulur. Çocuğun tepkilerini değerlendiremeyen yetersiz anne ise, çocuğun tepkilerine karşılık vermesi gereken yerlerde kendi ihtiyacından kaynaklanan tepkiler verir. Çocuğun kendi tepkilerinden vazgeçerek, kendisini annenin kendi ihtiyacından kaynaklanan tepkilerine göre yaşamaya başlaması ile Yapay Benliğin ilk belirtileri ortaya çıkmaya başlar. İnsanlar çeşitli oranlarda geliştirdikleri Yapay Benlikle gizledikleri Gerçek Benliği korumaya çalışırlar. Böylece, çevrenin beklentilerine boyun eğilmesi gereken durumlarda Yapay Benlikle ortaya çıkarlar. Yapay Benliğin aşırı oranlarda geliştirildiği durumlar. Gerçek Benliği tümden kaybetme olasılığını yaratır. Özetler, narsisistik eğilimli kişilerin, yetişmesinde etkili olan insanların taleplerine göre hareket etmiş olması nedeniyle gerçek benliğini yadsıyıp, beklentiler doğrultusunda farklı bir benlik geliştirmesinden bahseder Winnicott. Kendi olmayan bir benliği oluşturma durumunda kalmış olduğu için sürekli yeni benlikler oluşturmada hiçbir sakınca görmez. Beklentilerin, kendisi gibi olamamanın, öz benliğinden haberdar olamamanın, tanımını yapmak mümkün müdür peki? Sınırsız beklenti denizinde yüzen bu insanlar, gerçekte var olmuşlar mıdır, yoksa sadece beklentili ebeveynlerinin bir yansıması mıdır gördüğümüz?

Psikanaliz ve beklenti

Yirminci yüzyılın başlarında Sigmund Freud ve onun geliştirdiği psikanaliz insanın kendine bakış açısını temelinden değiştiren bir devrimi gerçekleştirmiştir. Psikanalitik kişilik kuramı, davranışları, insanın biyolojik kökenli güdüleri ile toplumun kendisine yönelik beklentileri arasındaki çatışmanın yarattığı dinamik güçlerle açıklamıştır. Klasik psikanalize göre kişilik, kendi içindeki üç ayrı gücün birbiriyle etkileşiminin bir ürünüdür. İçerdikleri istekleri, bencilce ve anında giderme eğiliminde olan biyolojik dürtüleri içeren “id” ile şartlanmalar sonucu içerikleştirilerek benliğe mal edilmiş toplum normlarını ve beklentilerini simgeleyen “süperego”, birbirlerine karşıt talepleri dolayısıyla sürekli bir çatışma durumundadır. Bu karşıtlık arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışan “ego”, üçüncü bir güç olarak bebeklikten yetişkinliğe doğru gelişir ve kişiliğin dış dünya ile ilişkilerini düzenler. Klasik psikanalizin tanımlamış olduğu ego, id ile süperegonun talepleri arasında sıkışmış bir güçtür. Freud, insanı yıkıcı içgüdüleri toplum tarafından denetim altında tutulması gereken bir varlık olarak tanımlamıştır. Bir başka deyişle, Freud’un tanımladığı insan bencil bir varlıktır. Bu niteliğinden ancak toplum baskısı nedeniyle ödün verir. Dolayısıyla, toplum içinde varlığını sürdürebilmesi için bencil ve yıkıcı eğilimleriyle toplum beklentileri arasında bir uzlaşma sağlaması gerekir. Dolayısıyla, kişiliği, benliği, beklentilerden bağımsız anlamak veya değerlendirmek mümkün değildir.

Senin adın superego mu?

Aslında çok sayıda insan başkalarıyla değil kendi süperegolarıyla ilişkidedir. Baskıcı bir ortamda yetişmiş ya da çocukluk yıllarının duygusal ihtiyaçları karşılanamamış insanın süperegosu aşırı gelişmiştir. Çünkü egosunu gereğince geliştirebilecek bir ortamdan yoksun büyümüştür. Yoksun bırakılmış bir egonun diğer egolarla ilişki kuracak gücü olamaz. Ego-ego ilişkisini zaten öğrenememiş olduğundan kendi süperegosu ile bir köle-sahip ilişkisi sürdürmek zorunda kalır. Böyle bir kişilik dinamiğinde köle ego, sahip süperegonun uzantısı konumunda varolabilir. Onun katı yargılarını ve yüksek beklentilerini yerine getirmekle sürekli uğraştığından, başka insanların ve onların gerçeklerinin pek farkında değildir. Böyle insanların diğerleriyle ilişkisi süperego-süperego ilişkisi biçiminde sürdürülür. İçinde yaşadığımız kültür, her yönden, abartılı süperegolar üretimi için elverişli bir ortam. Böyle bir ortamda insanlar süperegoları tarafından ısmarlanmış monologları dile getirirler. Ego sürekli “sahibinin sesini” yansıtır. Diyalog ise kilitlenmiş kişiliğin kendi içinde, süperego ile ego arasında sürer. Süperego egoyu gözlemler, denetler, yargılar, suçlar, bazen de onaylar. Kişinin iç sesi, zamanla süperegonun monoloğuna dönüşür.

‘’Yaşına göre olgun çocuk’’ olmak, mutsuz bir yetişkin olmak demek mi?

Çevresindekilerin aşırı beklentileri sonucu yaşından büyük davranan çocuk da, “yaşına göre çabuk olgunlaşmış” olarak beğeni ve takdir ile karşılanır. Çocukluğunu yaşamaktan vazgeçmek zorunda bırakılmış olmasının onda yarattığı anksiyete görmezlikten gelinir. Çocuklarda görülen anksiyetelerin çoğu, okul çalışmalarında ana-babanın içerikleşmiş yüksek beklentilerine uygun bir başarıya ulaşamama kaygısından kaynaklanır. Bu tür kişiler genellikle hırslı, aşırı vicdan ölçütleriyle davranan, kendine güveni olmayan ve başarılı olmak için sürekli çabalayan insanlardır. Güven ve yeterlilik duyguları gelişmemiş olduğundan, en küçük bir yenilgi olasılığında gerçek durumla orantısız bir kaygı gösterirler.

Beklentiler altında ezilen çocuk, kendisi gibi olmanın, negatif bir şey olduğunu düşünür. Ancak, ana- babasının beklentilerini karşılayabildiği sürece, sevilmeye değerdir. Sevilebilir hissettiği bu anlar, kaygının daha az hissedildiği ve güvenilir bir zemin oluşturabildiği nadir anlardandır. Dolayısıyla, çocuk yaşadığı yaygın anksiyeteden korunabilmek adına, sürekli bu onayın peşinde koşacaktır. Çocuğun algısında, çocuk tek başına sevilmezdir, ancak birşeyler yaparsa, bir başarı elde ederse, beklentileri karşılayabilirse sevilebilir olur. Henüz çocukken, oyundan çok, başarıya ve toplumun kurallarına uyum sağlamaya başlayan çocuk, giderek daha da yüksek standartlar peşinde koşmaya başlar. Standartların giderek yükselmesi, aslında beraberinde çok büyük bir tatminsizlik getirir. Aslında başarılı olsa bile, başarısızdır. Yeterli olsa bile, yetersizdir, kısaca daima huzursuzdur.

Çocuk, tüm bu beklentili seslerin içinde oradan oraya savrulurken, kendine farklı kaçış yolları arar, daha teslimci davranıp, tüm beklentilere uyum sağlamayı seçebilir, daha asi davranıp, kendine uyan kısımları olsa da, beklentileri reddedebilir, belki de ana- babasının beklentilerinden yola çıkarak, kendi beklenti canavarını yaratabilir. Her senaryoda, değişmeyen bir gerçek vardır, çocuk ihtiyaçlarını karşılamayı öğrenemez. İhtiyaçları kısıtlanarak veya görmezden gelinerek büyüyen çocuk, yetişkin hayatta, ihtiyaçlarını görmezden gelmeye devam edecektir. İhtiyaçlarını duyamayan, göremeyen birinin, ihtiyaçlarını karşılaması mümkün müdür gerçekten? Peki, ihtiyaçlarının farkında olmayan bir yetişkin gerçekten sağlıklı olabilir mi? Yaşına göre olgun olmak, genç yaşında çok başarılı kariyer sahibi olmak, fedakar dost-anne-baba-eş olmak, hayırlı evlat olmak, tüm bu sıfatlar rahatlatır mı, sadece ‘’sen’’ olduğun için sevilmemenin acısını? Yıllardır görmezden gelinen onca ihtiyaç, nasıl çıkar gün yüzüne?