Ne yiyorsan osun. Yeni şekli ile: Yiyorum öyleyse varım…

Her ilerleme ya da gelişme, daima insanlığın faydasına olmuyor. Artık atalarımız gibi yiyeceğimizi kendimiz toplamıyoruz, kendimiz işlemiyoruz. Bunu bizim için yapan çiftçiler ve büyük gıda firmaları olduğu için tarlada çalışmıyoruz. Tabağımıza kadar ulaşan son kullanma ömür 1 sene olan paketlenmiş gıdamızı hangi zincirlerden geldiğini bilmeden ve ona teşekkür etmeden, nasıl yediğimizi bile fark etmeden, TTT zincirinden alıp tüketiyoruz. Bu TTT de ne mi?

Bak, bu TTT’yi hemen kaydet. Bu kitapta sık sık karşılaşacaksın (Telefon-Tablet-Televizyon). Hipnotize olmuş bir şekilde; az hareket ediyoruz, asansörlerimiz olduğu için merdivenleri kullanmıyoruz, çevremiz binalar ve betonla kuşatıldığından doğada yürümüyoruz, doğanın uykuya daldığı akşam vakitlerini bile gündüze çevirecek ışıklarımız olduğu için hiç uyumuyoruz, her anlamda tüketiyoruz, üretime katkımız olmadığı içinde tükeniyoruz…

Biliyorum, biraz olumsuz oldu ancak gerçek bu… Modern şehirlerde yaşayan insanlar olarak bedenlerimizi yeterince çalıştırmadığımız gerçeğini yadsıyamayız. Artık daha az hareket ediyoruz, daha fazla zihinsel aktivite içindeyiz. Yani bedenler değil zihinler çalışıyor. Ancak bedenlerimizin yine de hareket etmeye ihtiyacı var. Bu bölümde sizlere bedensel olarak kendinizi daha canlı ve zinde hissetmeniz için neler yapabileceğinizi anlatacağım. İlkönce en temel yaşam kaynaklarımızdan başlamak isterim. Enerjimiz nefesimizden olduğu kadar yiyeceklerimizden ve içtiklerimizden geliyor.

Canlılığımızı korumanın en temel öğesinden, yani beslenmeden.

Bereket her yerde. Uzunca bir zamandır, yokluğa inandırıldın. O yüzden her şeyi depolamak istiyorsun.

En yakın arkadaşım, dert ortağım şeker. Size tanıdık geldi mi? Evet bende bir şeker bağımlısıydım. Sekiz yaşıma kadar çok mutlu bir çocuktum. Sonra babamın işten çıkarılmasıyla yaşanan maddi sıkıntılar nedeniyle bankacı olan annem işe geri dönmek zorunda kaldı. İşte o noktadan sonrası benim için travmatik zamanlardı. Erkek kardeşim ve ben, okuldan sonra annem işten gelene kadar bizimle ilgilenecek apartman görevlisinin evinde vakit geçiriyorduk. Bize kötü davranılmıyordu, ancak sanıyorum anne koruması altında uzun süre kalmak her türlü güvenlik hissini geç oluşturmamıza neden oluyor. Kendi durumum için söylüyorum. Çok kırılgan, hassas ve korumasız hissediyordum kendimi. Harçlığımla okul sonrası bakkaldan bir şeyler alırken keşfettim: Üzümlü kek! Paketinden açtığım andaki güzel kokusu ve tadıyla ne güzel gelmişti. Annem gibi geldi bana o kek. Aradaki bağlantıyı anlayamadınız değil mi?

 

Şimdi anlatıyorum.Seneler sonra yaptığım bir çalışmada ortaya çıktı. Ben tatlıyı annemin yerine koymuştum. Sonra annemin işi devam ettiği için genellikle okula yemek götürme şansı olmayan ben, kantinde bol sucuklu, mayonezli tostlardan öğle yemeği yaptım kendime. Okuldan eve döndüğümde de tatlı niyetine margarinli ve reçelli ekmek yiyordum büyük afiyetle. Gelişen hormonların getirdiği değişik duygular, kızların birbiriyle rekabeti, genç kız olmak üzere olan bendenizin bünyesinde değişik etkiler yarattı tabii. Gecenin bir yarısı bol mayonezli tostlar, patates kızartmaları yediğim olmuştur, hatta öyle ki 1 litre kolayıtek başıma içtiğim günleri hatırlıyorum. İçiyordum ancak bünyede ne oluyordu?

O zamanlar hep hareketli, bir yerde çok duramayan, hiperaktif, aşırı sinirli bir yapım vardı. Genç kızlığa giriş dönemimde kendine çok da dikkat eden biri değildim. On altı yaşımda bile selülitlerim vardı. Ergenlikte sivilce problemi yaşamayan ben, yirmi beş yaşından sonra bir de sivilce problemi yaşayan ergen olmuştum. Selülitlerim ve sivilcelerim yüzünden gittiğim reklam ve dizi görüşmelerinden olumlu sonuç alamamam bir yana, yüzümdeki yaralardan dolayı toplum içinde utanç yaşıyordum. Kendimi hep gizlemek istiyor, güzel bulmuyordum. Gittiğim her yerde sanki insanlar yüzüme bakıyormuş gibi geliyor, kendimi hep çok kötü hissediyordum.

Bu durum psikolojime de yansımıştı. Beni o zaman tanıyan kişiler, suratsız, problemli ve içine kapanık bir Ayşe olduğumu söyleyeceklerdir size. Cilt bakımlarına, bir sürü para verilen ürünlere rağmen makyajla kapatmaya çalışsam da sivilcelerim daha da büyüyordu. Makyaj malzemelerine bir servet yatırarak, sivilcelerimle savaşa girdim. Ne kadar iyi malzemeyle kapatırsam sorun o kadar çabuk hallolacak sanıyordum. Her an yüzümde utanç duymamı sağlayan bir sivilce vardı. Yani tembel bir hizmetçi gibi pislikleri halının altına süpürüyordum. Şekeri annemin yerine koyuyorum dedim ya, bunların hepsi sağlık sorunlarımıza neden olan inaç, duygu ve düşüncelerimizi fark etmememizden geçiyor. Şeker beni rahatlatıyordu ama sivilcelerim bitmiyordu. Bu rahatsızlığın izini sürdüğümde ne gördüm biliyor musunuz? Güzelliğimi kabul etmediğimi.

Aslında hastalığın sadece düşüncelerimizin bir sonucu olduğunu kavradığımda, işte o anda hastalığa neden olan zihinsel nedenleri anlamaya başladım biraz. Sivilceler bana, benimle ilgili yolunda gitmeyen bir şey olduğunu söylüyordu. Karaciğerim bana yorulduğunu anlatmaya çalışıyordu. Yediklerimin vücudum tarafından sindirilemediğini söylüyordu. Ancak ben bunları anlamıyor, antibiyotiklere, akne ilaçlarına, sivilce kurutuculara, fondötenlerden medet umuyordum. Anladım sonra, iyi olma halinin korunması gereken bir şey olduğunu.

Hastalıkların ise bize işaret olduğunu. Eğer bu bilinçte değilsek, harika makina olan vücudumuza nasıl iyi bakmadığımızı, nasıl bozmaya çalıştığımızı, vücudumun verdiği sinyalleri nasıl duymayıp, arka ve çıkmaz yollara saptığımızı anladım. Biz nasıl sadece fiziksel bedenimizden ibaret değilsek sağlığımız da sadece fiziksel boyuttan ibaret değildi. Bunu zaten size ilk satırlarımda anlattım. Bedenimiz bir bütündü, hücremizin frekansı aslında yediklerimizle, düşüncelerimizle, uykumuzla ne kadar ilişkiliydi. Dışarıdan ve içeriden hissettiğimiz ve düşünceye dönüştürdüğümüz her şey vücudumuzda inanılmaz dönüşümler yaratacak kimyasal, elektriksel değişimler yapabiliyordu. Bizi hasta da edebiliyordu, âşık da… Sivilcelerim ne mi oldu? Geldikleri gibi gittiler. Bazen geliyorlar, ama neden olduklarını bildiğim için hemen yerlerine dönüyorlar. Anla kadar öğrenmek istedim. Öğrenmenin en kolay yolu ise kitaplardı. Kendimi anlamak ve tanımak için okudum. Kim olduğumu sordum, okuduğum satırlara. Sonra yola çıktım. Niye buradayım dedim yolda karşılaştıklarıma. Neredeyim dedim yoluma çıkanlara. Yolumda bana pek çok usta, öğretmen, kitap, eğitim eşlik etti. Şifalar aldım. Seanslara girdim. Eğitimlere katıldım.

Anladım sonra… Beden, zihin ve ruh bir bütünmüş. Semptomla yani sağlık şikâyetiyle ilgilenildiği zaman sorun ortadan kalkmıyormuş, sadece geçici bir süreliğine iyi olunuyormuş. Önce bedenimle ilgili çalışmam gerektiğini biliyordum. Yediğim her şeyin vücudumda ne etkisi olduğunu anlamak da bunun bir parçası oldu. Gördüm ki ne yiyorsam, oydum. Sonra dünyaya baktım neler olduğunu anlamak için. Ancak bu durum daha da kafamı karıştırdı. Çünkü beslenme üzerine bilgi kirliliği vardı. Neye inanacaktım? Yazılıp çizilenlere baktığımız ortada her geçen gün karmaşıklaşan bir tablo vardı. Bir gün süt ürünleri sağlığımız için iyi, başka bir gün kötüydü. Aynı durum tereyağı, yumurta, kahve ve et için de geçerliydi. Bu yüzden kendi sağlığımın kumandasını elime almaya karar verdim. Kendim için en doğru bilgiyi, yine kendim öğrenmeye karar verdim. Kitaplar, eğitimler, merkezler, çeşit çeşit uzmanlar, seminerler girdi hayatıma. Kendimle bağlantıda oldukça sesini daha iyi duyduğun bir içsesim, rotamı daha iyi gösteren içsel bir pusulam oluşmaya başlayınca rahatladım. Bu konuda en iyi yardımcım olan içsesim bana, en doğru bilginin köklerimden geleceğini söyledi. Eski bilge insanlar, Anadolu’nun ve Doğu’nun eski bilgeliği, beslenme dinamikleriydi benim yolum. Gidince neleri öğrendim dersiniz?

Doğru Beslenme Nedir?

Tüm sağlıksız besinlerin fiyatının ne kadar ucuz ve ne kadar kolay ulaşılabilir olduğunu fark ettiniz mi? Neden şekerli ve işlenmiş gıdaları satın almak yerel veya organik gıdaları satın almaktan daha kolay? Düşündünüz mü? Hayır mı? Cevabını duymaya hazır mısınız?

Aslında besinler hakkında bunca zıt görüş varken ve hele hele süpermarketler de bize binlerce seçenek sunarken, kafamızın karışması gayet normal. Gıda endüstrisi de biz tüketicilere bu yolda yardımcı olamıyor. Ne üzücü. Halbuki iyi beslenme yani gerçek beslenme bana göre anlaşılır ve sade olmalı.

Bu kadar basit bir şey içerik ve kavram olarak neden karmaşık hale gelirken, ürün olarak basitleşiyor? Toplum için belirlenen beslenme politikaları neden sürekli değişiyor? Beslenme piramidi ne demek? Boy, kilo, cinsiyet, yaş üzerinden genellemelere göre mi yaşayacağım ben? 6 öğün de neyin nesi? Cevap: Tüketmek, daha fazla tüketmek…

Biz ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz. Odunu asla ziyan etmeyiz, lazım olduğu kadar keser, kestiğimizin hepsini kullanırız. Eğer onların hislerini düşünmez ve kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşı dökecektir, bu da bizim kalbimizi yaralar.”

Wovoka Kızılderilileri Atasözü

2. Dünya Savaşı’ndan sonra başta Amerika olmak üzere dünyanın pek çok noktasında empoze edilen daha çok tüketim kavramı sadece ekonomiyi bozmuyor, dünyayı yok ediyor. Bu gerçeği anlayamazsak beslenme politikalarını da anlayamayız. Gerçek bize söylenenden çok farklıdır oysaki. Besin değildir sadece kendimizi doyurduğumuz.

 

Yemek yerken sadece kendimizi doyurmayız, bu edim bizi bu dünyaya, başkalarına, suya, toprağa, başka canlılara bağlar. Yemek, bizim kendimizle dışarısı ile aramızdaki en samimi, en yakın, en içten ilişki. Yani bize yakıt ve ilaç olanlar o bizim içimizden geçenler. Nasıl? Oysa pek çoğumuz yediklerimize ve yeme eyleminden başka pek çok şeyle ilgilendiğimiz için nimete teşekkürü, minnet ve şükran duymayı unutmuşuz. Tabaktan vücuda gireni algılamayı unuttuğumuz için, gıdamıza yabancılaşmış durumdayız. Biz yabancılaştıkça, gıda kartelleri daha fazla oyun çeviriyor. Evet, doğru duydunuz.

Bakın bugün yiyecek sektöründe çalışan şirketler, yediklerimizin ne şartlar altında üretildiğini bizden gizlemek için yoğun uğraş veriyor. Tohumumuza el koyuyor, tarlamıza koyacağımız gübreye karışıyor, sütümüzü bozuyor, yumurtamızı değiştiriyor.

Toplumsal olarak bize medyadan servis edilen beslenmenin tüm kriterleri büyük şirketlerin belirleyici olduğu tüketim toplumunda genel olarak, şirket kârını maksimize etmek için kurumsal gündem tarafından yönetiliyor. Bu da sağlıklı beslenmenin saptırılmasına sebep oluyor. Sonuç olarak ne ile karşı karşıyayız? Aslında uluslararası gıda kartelleri tarafından yönetilen sağlık ve beslenme politikaları ile karşı karşıyayız. Gıda piramitleri, her biri ayrı bir şey söyleyen diyetisyenlerin, başka beslenme prensipleri ile karmakarışık hale gelmiş beslenme tavsiyeleri, düşük kaliteli gıdalarla doldurulmuş marketler, hormonlu gıdalar ve denetimsiz tarım ürünü barındıran pazarlar… Daha fazla tükettirmek, daha fazla satmak, daha fazla kendilerine bağımlı hale getirmek isteyen bir sistem.

Sonuç

Sonuç şu sevgili dost. Erken dönem kanserlerinden hastanelerde acı içinde yatan bebekler, çöken bağışıklık sistemi, yediklerinin kimyasal etkilerinden dolayı depresyonda olduğunu bile fark etmeyen antidepresan sever, on yaşında çocuğun bile diyetisyene gittiği fazla kilolu bir toplum. Ruhu, bedeni ve aklı hasta bir toplum.

İçiniz mi sıkıldı? Bu karamsarlığı kısa keseceğim televizyonlara çıkarak sürekli hastalık ve ölüm tellallığı ile bizleri, sağlığımız kaybedilecek bir şeymiş gibi korkutarak kodlayan sağlık hizmetlilerinin rolünü üstlenmeyeceğim. Bakın sizinle ben aynı taraftayız.

Bazen gerçekleri duymak gerekiyor. Bu kitap size sadece uyanmanızı vaat ediyor.

Ben diyorum ki, biz nasıl bir sistem ve oluşumla karşı karşıya olduğumuzu bilirsek, ona karşı daha bilinçli donanımlar kurabiliriz.

Ben diyorum ki, bilinçlenebiliriz, öğrenebiliriz, talep edebiliriz, sorgulayabiliriz. Ben diyorum ki, sağlığımızın sorumluluğunu alabiliriz. Yoksa başkaları sizin adınıza bunu yapacak ve inanın sizin sağlığınızı hiç düşünmüyorlar. Çocuğunuzunkini de.

Bence şu anda artık uyanmalıyız, besin değeri düşük gıdalar ve şu andaki hastalık yükselişi arasındaki temel ilişkiyi fark etmeliyiz. Gerçekten ne yediğimiz büyük fark yaratıyor. Ben yaşadığı toplumu seven, onlar için iyi bir şeyler yapmak isteyen bir insan ve de bir anneyim. Kızımın da içinde bulunduğu gelecek neslin sağlıklı olmasını istiyorum.

 

Ayşe Tolga ve  İyi Yaşam felsefesi bunun için çalışıyor. 

Kendiniz ve aileniz için artık sağlık devrimine katılma zamanınız geldiğini düşünüyorsanız, şimdi, hemen burada, gerçek ve sağlıklı beslenmenin ne olup ne olmadığını öğrenip hayatınıza bir önce geçirmenizi istiyorum. Bu beni çok mutlu edecek. Daha iyisini yapabiliriz!

“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Şef Seatle