“Ben bir insan,

Ben bir Türk şairi Nazım Hikmet,

Ben tepeden tırnağa insan,

Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret …”

Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde başlayıp Türkiye Cumhuriyeti döneminde son bulan, yaşanmışlıklar adına çok uzun, yaşanan süre olarak çok kısa bir hayattır Nazım Hikmet Ran! Bir çırpıda söyleyiverdiğimiz gibi “3 Haziran 1963’te Nazım Hikmet öldü” cümlesi, aslında sayfalardan taşan duygular barındırıyor. 15 Ocak 1902 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu döneminde Selanik’te dünyaya gelen Nazım Hikmet Ran, daha 61 yaşındayken 3 Haziran 1963 tarihinde çok sevdiği, şiirlere, romanlara, oyun senaryolarına konu ettiği vatanından kilometrelerce uzakta Rusya’da vatan özlemiyle yaşama veda etti. Bir yanda eserleri 50’den fazla dile çevrilen, sayısız ödüller alan dev bir yazar, şair, aslında düşünür, bir tarafta ülkesine ayak basması yasak olan bir “adam”! Dedik ya, 1902 doğumlu diye, işte ilk şiiri Feryad-ı Vatan’ı da 1913 yılında, yani daha 11 yaşındayken yazdı, Nazım Hikmet aslında onun vatan sevgisi çok küçük yaşlarda başlamıştı. Aslında yazmakla bitmeyecek, sayfalara sığmayacak bu öyküye biraz göz atalım.

“Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum.”

Nazım Hikmet kimdir?

Bu sorunun şöyle bir cevabı var: Nazım Hikmet; Türk şair, oyun, anı, roman yazarı, romantik komünist, romantik devrimci, eserleri onlarca dile çevrilen, sayısız ödül sahibi, vatan sevdasına dair şiirleri yüzünden hapis yatmış, sürgüne gönderilmişi, vatandaşlıktan çıkarılmış bir TÜRK’tür.

Çok elit, eğitimli, kültürlü bir aileye sahipti!

Nazım Hikmet Ran’ın babasının babası Nazım Paşa, tam da bir Osmanlı Paşasıdır. Kendisi Mevlevi tarikatındandır, valilik görevini başarıyla sürdürmüş, özgürlük düşünceli, önemli bir şairdir. Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey ise Galatasaray Lisesi mezunudur ve dış işlerinde memuriyet yapmıştır. Annesi Celile Hanım’a gelince; bir eğitimci olan Enver Paşa’nın kızıdır, Fransızca biliyor, piyano çalıyor ve çok iyi resim yapıyordur. Hal böyle olunca Nazım Hikmet için de; eğitimin, kültürün, görgünün, dünya görüşünün aileden geldiğini söylemek hiç de yanlış olmaz.

Şair ruhlu bir çocuktu Nazım Hikmet!

Eğitim hayatına ilk olarak Mekteb-i Sultani’de başlayan Nazım Hikmet, sıradan bir aile toplantısında kendisinin kaleme aldığı bir kahramanlık şiirini okur. İşte o anda orada bulunan herkes büyülenir. Bu kişilerden birisi de Bahriye Nazırı Cemal Paşa’dır ve bundan sonra eğitim hayatına Bahriye Mektebi’nde devam edecektir.

Buradaki eğitimini başarıyla tamamladıktan sonra stajyer subay olarak Hamidiye Gemisi’nde göreve başlayan Nazım Hikmet, birtakım sorunlar dolayısıyla ordudan ayrılır.

Okul hayatından sonrası, tarifi zor bir mücadeleydi!

Askerlik yaşamının ardından bir süreliğine öğretmenlik yapar ve Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde Siyasi Bilimler ve İktisat bölümünde eğitim görür. İlk şiir kitabı olan “28 Kanunisani” de bu yıllarda yayınlanır.

Sonrasında Türkiye’ye dönen ünlü şair için artık Aydınlık Dergisi günleri başlamıştır. Zira bu dergide her yazısı, her şiiri büyük bir “olay” haline gelecek, kaleminden dökülenlerden dolayı 15 yıl hapsi istenecektir. Yazmak, hapis gerektirecek bir suç olmasa gerekti ve Nazım Hikmet Sovyet Rusya’ya gitti. 1928 Af Kanunu yayınlanınca cezasının kaldırıldığını öğrenen ünlü şair, yine ülkemize dönü.

Ülkemizde yine vatan, bayrak, özgürlük konulu şiirler yazdığı Resimli Ay Dergisi’nde çalışmaya başladı ve yine birileri onun kaleminin izlerinden rahatsız olmaktaydı. Sanırım, suçluydu Nazım Hikmet! Zira yine yazdıkları yüzünden 1938 yılında 12 yıllık bir hapis cezası aldı.

O, artık Türk vatandaşı değildi!

“Güzel Yüzlü Şair”, “Mavi Gözlü Dev” vatan sevdasını anlatır şiirlerinde! Ancak yıl 1951 ve Bakanlar Kurulu bir karar verir: Nazım Hikmet Ran, artık Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır, o artık Türk vatandaşı değildir, o artık bir “vatansız”dır! Bu durumda usta şairin yapacağı pek fazla bir şey kalmamıştır. O da büyük dedesinin memleketi olan Polonya vatandaşlığına geçer. O artık Nazım Hikmet Borzecki’dir. Yasaklı olduğu yıllarda yine kopamaz memleketinden ve kaleminden ve Orhan Selim takma adıyla şiirler yazar, hatta bir kitabı bile yayınlanır. Moskova’da, “Cenaze Merasimim” adlı şiiri yazdıktan çok kısa bir süre sonra, vatan özlemiyle geçen 12 yılın ardından da 3 Haziran 1963 yılında Nazım Hikmet Ran, dünyaya gözlerini kapatmıştır. Ölümünden tam 46 yıl sonra 2009 yılında Nazım Hikmet Ran, Türk vatandaşlığına yeniden alınmıştır. Ne ilginç değil mi?

Nazım Hikmet, sıra dışı bir şairdi!

Her dönemde bazı sanatsal akımlar vardır ve o dönemin sanatçıları şiirde, şarkıda, resimde aynı akım üzerinden eserler verirler. Oysaki bu baskın akımın dışına çıkabilmeyi başaranlar, gerçek sanatçı olur, zihinlerde yer ederler. İşte Nazım Hikmet Ran da, aynen böyle yapmıştır. Şiirlerini hece ölçüsüyle birlikte çok farklı formlarda yazmış, içerik ve biçim açısından Türk şiirine de yeni yönler kazandırmıştır. Bu yenilikçi ruhunun Sovyet Rusya’da kaldığı yıllardan yadigar olduğunu da söylemekte fayda var. Çünkü Sovyet şairler hece ölçüsü kalıplarına sıkışıp kalmaktan çoktan çıkmış, serbest ölçüyle yazmaya başlamışlardı.

Nazım Hikmet Ran, öyle böyle bir şair değildi. Aradan geçen 54 yılda hala mısraları kulaklarımızda çınlıyor, gençler, yetişkinler hala aşkı, sevdayı, vatan sevgisini onun şiirlerinde duyumsuyorsak bu işte bir “Hikmet” olmalı!

Şiirleri öylesine dokunaklıydı ki; şarkı oldu Fikret Kızılok, Cem Karaca, Fuat Saka, Grup Yorum, Ezginin Günlüğü ve Zülfü Livaneli gibi çok değerli müzisyenler tarafından seslendirildi.

Bizim “usta şair” diye tanımlayıp şiirlerini okumakla yetindiğimiz Nazım Hikmet Ran, ülkemiz dışında bizden daha fazla değer gördü her daim. Öyle ki 2002 yılı UNESCO tarafından “Nazım Hikmet Yılı” olarak kabul edildi.

Tüm kadınlar Piraye olmak ister!

Dünyanın hayran olduğu, bizimse bir sevip bir yerdiğimiz, sonra yeniden bazı yaftalar yapıştırdığımız, değeri ölçülemeyen şairimiz, yazarımız, düşünürümüz Nazım Hikmet! Bunca aşk şiirinin bir de kahramanı olsa gerek değil mi? Güzeller güzeli Piraye ve Nazım Hikmet’in gönlüne düşürdüğü ateş, dillere destan bir aşk öyküsü var.

Sevgiliden ayrı geçen hapis ve sürgün yılları, sevgiliyi hayal ederek hapsolmak, rakı şişesinde balık misali biçare kalmak, evliyken aşka dalmak işte bunların hepsi ve daha fazlası Nazım ve Piraye aşkında yaşandı.

“Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.

Yüz yıldır bekliyor beni
bir şehirde bir kadın.

Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık.

Yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından.”

20 yıllık bir aşktı onlarınki, ama maalesef bu 20 yılın 13 yılında Nazım hapisteydi. İşte tüm bu şiirler, mektuplar, aşka dair sözcükler bu hapis ve hasret yıllarının armağanıdır. Piraye 24 yaşındaydı ve evli, 2 çocukluydu. Ancak evliliği bitme aşamasındaydı. Çok güzeldi Piraye, kızıl saçlar, yemyeşil gözlerle Nazım Hikmet’i büyülemişti ve tanıştıktan 2 yıl sonra da zaten evleneceklerdi.

Bu mutluluk rüya gibiydi ve güzel günler de tıpkı bir rüya gibi kısacık sürmüştü. Piraye’nin biricik aşkı Nazım Hikmet, komünizm propagandası yapmak ve suç örgütü kurmakla suçlanıyordu. Nihayetinde hapse girdi ve durum çok ciddiydi, savcı idamını istiyordu. Nazım’dan Piraye’ye, Piraye’den Nazım’a yüzlerce mektup, şiir geldi, gitti. 1934 yılında bir af çıktı ve Nazım artık özgürdü. Hemencik evlenmeli, Piraye’sine kavuşmalıydı. 1935 yılında attılar imzaları, artık Piraye, resmen Nazım Hikmet’in eşiydi. Fakat yıl 1938 olduğunda bu sefer de “Anayasal düzeni değiştirmeye çalışmak” suçlamasıyla yine Nazım Hikmet tutuklandı ve hapis günleri başladı. Yine aşk şiirleri, mektuplar, özlem ve beklemek düşmüştü Piraye ve Nazım’ın kaderine!

Mahpus yıllarında Nazım, karısını mutsuz ettiği düşüncesiyle kahrolurken, Piraye de böyle bir aşka, sevgiye layık olduğu için kendisini çok mutlu hissediyordu. Hatta Nazım’ın üzgün ve karamsar mektuplarından birine şöyle karşılık vermişti:

“Güler yüzlü olur muyum bilmem; ama senin yanında her zaman dünyanın en bahtiyar kadınıydım, öyle de kalacağım. Kocasından, on sene sonra atıldığı hapisten hala aşk mektupları alan kadının bahtiyar olmaması için ancak deli olması lazım.”

İşte böyle bir aşktı Piraye’ninki ve hatta Nazım da o günlerde bozulan saatinin içini boşaltmış, yerine Piraye ve çocuklarının bir fotoğrafını koymuştu. Nasıl bir tutkuysa artık, tırnağıyla saatin kayışına da Piraye’nin adını kazımıştı.

Bir tanem!
Son mektubunda:
“Başım sızlıyor,
yüreğim sersem!”
diyorsun.

“Seni asarlarsa,
seni kaybedersem;”
diyorsun;
“yaşayamam!” Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı,
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.

Ölüm,
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nâzım’a!

Ben,
alaca karanlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim..

Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer,
bana fanile bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı…

Ne büyük aşk değil mi? Ancak bence devamı daha da ilginç!

Piraye’nin de bir sonu varmış!

Hapis yılları zorlu bir şekilde yavaş yavaş geçiyordur. Tam da çıkmaya az kalmışken, daha doğrusu ufukta yaklaşan bir af görünürken Nazım, dayısının kızı olan Münevver Berk’e aşık olmuştur. Nasıl yani, dediğinizi duyar gibiyim. Ama gerçek bu! Yıl 1948, Piraye yıllarca çocuklarıyla aç, susuz, parasız pulsuz Nazım’ın cezasının bitmesini bekler, mektuplarla avunur. Ancak mahpusluğun son dönemlerinde Nazım’dan bir mektup alır, sevdiceği boşanmak istiyordur, zira dayısının kızına aşık olmuştur. Üstelik bu dayı kızı da evlidir, fakat Nazım’ın aşkına karşı koymak ne mümkün, çoktan boşanmaya ikna olmuştur bile.

Bir mektupla yıkılan Piraye, gururludur, aşkını kalbine gömüp boşanmayı kabul eder. Adalet bu ya, işte Nazım’ın dört gözle beklediği af çıkmaz, hapis günleri uzun bir süre daha devam edecektir. İşte bu durumda Nazım, çok pişman olur, Piraye’ye yalvarır, ondan özür diler. Fakat artık Nazım’a geçmiş olsundur, gururu baskın gelir ve yıl 1951 olur, Nazım hapisten çıkar çıkmaz, Piraye boşanır. O dönemden sonra bir daha asla Nazım’dan bahsetmeyen Piraye, onu asla affetmez, bir inziva sürecine girer ve 1995’te hayata veda eder.

Peki Nazım, Piraye’den boşanınca ne olur dersiniz? Münevver de eşinden boşanmıştır ve yıllarca Nazım’ı beklemiştir, mutlu sonu yakalamışlar mıdır? Hayır, çünkü Nazım hapisten çıkınca evli ve bir kız çocuk annesi olan Vera Tulyakova ile 1959 yılında evlenecekti. 1963 yılında da kalp krizinden hayatını kaybedecekti. Ne büyük aşklar, ne devasa duygularla geldi de, asla geçmedi Nazım Hikmet sevdamız. Huzur içinde uyusun!

Gözlerine bakarken
Güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma,
Bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde
kayboluyorum…
Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
Durup dinlenmeden değişen ebedi madde gibi gözlerin:

Sırrını her gün bir parça veren,
Fakat hiç bir zaman
büsbütün teslim olmayacak olan…