“Aşk kime benzer” diye sordu.

“Aşk bir neyzene benzer” dedim.

“Aşk bir neyzene benzerse biz neyiz?” dedi

“Evet” dedim.

“Çok doğru. Aşk bir neyzene benzerse, biz Ney’iz”

Kamışlıktan kamilliğe geçisin sembolü, tasavvufi bir hakikat, ney.

Bu çalgının en eski adı, Sümerce’den Farsça’ya geçen “nâ” veya “nay” dır. Kamış, kargı anlamına da gelir.

MÖ 5000’li yıllarda Sümerliler tarafından kullanıldığı tahmin edilen bu çalgıya ait en eski bulgu, MÖ 2800 – 3000 yıllarından kalan ve bugün Amerika’da Philadelphia Üniversitesi Müzesi’nde sergilenen neydir.

Ney’in o dönemlerde de dinsel törenlerde kullanıldığı sanılmaktadır. Ney her dönemde insanları derinden etkilemiş ve dinsel duyguları çağrıştırmıştır.

“Kamışların üzerinden geçerken, kuşları uyandırmaya korkan tatlı bir meltemin kanat çırpınışları”

Orta Asya’da Türklerin İslâmiyeti kabûl ile birlikte kullanmaya başladıkları ney, 13. yüzyıldan itibaren İslâm tasavvufunun sembolü haline gelmiştir. Bunda aynı  yüzyılda yaşamış büyük mutasavvıf, filozof ve şair, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ’nin büyük rolü vardır. Ney, Mevlânâ ile gerçek kimliğini bulmuş, ondan sonra da Mevlevîlik ile özdeşleşmiş bir musiki âletidir.

Bişnev “dinle”.

“Dinleyeyim ama neyi?

Dinle ey insan, neyi dinle…”

Mevlânâ”nın Mesnevi’sine “dinle” diye başlaması da rastgele değildir. Zira ilk emir “oku!” dan sonra şimdi artık “dinleme”nin zamanıdır. Nitekim Mesnevi’de dinlemenin, duymanın, söylemekten daha üstün olduğu anlatılır.

Mevlânâ”nın kendisiyle özdeşleştirdiği ney, “insan-ı kâmil”dir. O, birlik kamışlığından kesilmiştir. Kendi varlığından geçip mutlak varlıkla var olmuştur. Ondan çıkan her ses, Tanrı iradesini bildirir.

Ney”in hikâyesi de, bir bakıma, insanın hikâyesine benzer. Ney, insan-ı kâmili temsil eder. İnsan-ı kâmil; bazı zorluk ve mertebelerden geçerek olgunlaşmış insan anlamına gelir. Sazlıktan kopartılarak vatan özlemiyle sürekli inleyen ney gibi insan da asıl vatanı olan ilahi âlemden uzak kalarak dünyaya düşmüştür. Dünyaya düşen insanın inleyen sesi adeta neyin sesidir.

Ney, insanın olgunlaşma sürecine temsilcilik eder.

Neyin ilk yolculuğu ayrılıkla başlar. Kamışlıktan koparıldığı andan itibaren bir vazgeçişle yolculuğu çıkar. Konfor alanını bırakarak rahatı gözden çıkarıp kemale ermek üzere her şeyi geride bırakır. Tıpkı insanın ruhlar aleminden koparılıp anne karnına varması ve dokuz ay sonrasında da bu huzurlu alanı bırakıp dünyaya gelmesi gibidir.

Sonra ney uzunca bir süre bekletilir. Bekler… Bekler… Bekler… Beklemeyi, sabrı öğrenir. Tazeliğini kaybeder, ama henüz yol bitmemiştir.

Kamışın iyice sararmış kabukları, ney ustası tarafından tek tek koparılır. Bu işlem insanoğlunun egosundan, başkaları ne der korkusundan ve benliklerinden arınma halidir. İçi açığa çıkar, kendi olur.

Bu işlemden sonra kamış tekrar bekletilir. Sabrı öğrenmeye devam eder.

Daha sonra ney ustası kızgın bir demirle kamışın içini delerek boşaltır. İçini açar. Derin bir boşluk oluşur. Yani hiçlik oluşur ve yine bir süre beklemeye bırakılır.

Ardından ney ustası kızgın demirler kullanarak kamışın gövdesinde yedi tane delik açar. İşte ancak bu işlemden sonra neyden kalbe ilham veren nağmeler çıkabilir. Ve son işlem olarak, neyin olgunluğunu ve mürşitliğini sembolize eden parazvane ve başpare takılan ney son halini almış olur.

“Öldüm, bittim, bu kadar acıyı neden çektim.” diye düşünen ney, neyzenin üflemesiyle tatlı ve hoş nağmelerle inlemeye başladığında anlar ki bunca acı boşuna değilmiş. “Yaşadığım hiçbir şey aslında beni kahretmek için değilmiş” diye düşünür. “Her şey beni olgunlaştırmak ve kemale erdirmek içinmiş” der.

Mevleviler ney’e sır taşıyıcısı derler. Bu sır taşıyıcılığı metaforu yüzyıllardan beri bir hikayeyle dilden dile dolaşmaktadır. İlk olarak 1200’lü yıllarda yaşamış Sufi Ferîdüddin Attâr’ın kitabında bu hikayeye rastlanır, hikayeye göre; Hz. Muhammed, Allah tarafından kendisine ihsan edilen sırlardan bazılarını, başkalarına anlatmaması şartıyla Hz. Ali ile paylaşır. Hz. Ali bu sırların ağırlığı ile dolup taşar ne yapacağını bilemez bir halde gezerken kör bir kuyuya rastlar ve içini döker. Zamanla kuyu suyla dolup taşar ve çevresinde kamışlar yetişir. Böylece kuyunun bildiği sırlar kamışlığa geçer. Kamışların rüzgarda hoş nağmeler çıkardığını duyan bir çoban, bunlardan bir tanesini keser ve ondan “ney” yapar. Neyden çıkan ses, o kadar duygulu ve içlidir ki, herkes bu sesin içli, derin ve yakıcı nağmelerine hayran olup, onunla güler, onunla ağlar. Bir gün,

Hz. Muhammed, Hz. Ali ile kırlarda gezerken bu çobanın çaldığı neyden çıkan sesleri duyunca, bir an durup Hz. Ali’ye bakar ve “sen benim sırlarımı başkalarına mı anlattın Ali” der. Durumu anlayan Hz. Muhammed çobanın üflediği tarafa bakar ve “Bu kamış parçası kıyamete kadar benim sırla­rımı anlatacak ama yalnız kalbi açık olanlar bu sırları anlayabi­lecek” der. “İşte bu yüzden sufiler neye, sır taşıyıcısı derler.”

Sevgide kalın.

Ali Cihan