Zorlu zamanlarda içgüdüsel olarak bir topluluğa dahil olmak isteriz. Bu zorlu zamanlarda tam tersini yapmamız öneriliyor. Başkalarından izole olmak doğamızda yok: İnsanlar toplumsal yaratıklardır – kabilelerde, klanlarda ve ailelerde evrimleştik. Bu günlerin gerekliliği olarak ekranlar yüzyüze iletişimin yerini aldılar ve bu eskisine göre çok daha fazla oluyor. Aşırı ekran zamanı COVID öncesinde de bir endişe durumuydu ancak şimdi teknolojik aşırı yüklenmeye geçtik.

Son yıllarda modern insanlar doğal dünyadan giderek daha fazla kopmaya başladılar ve yaşamımızın daha fazla bir kısmı iç mekanlarda geçiyor. On yıllardır doğadan uzaklaşıyoruz ve bunun sonucunda artık doğa eksikliği bozukluğu olarak tanımlanan sağlık problemlerine sahip oluyoruz. Ekran öncelikli iç mekan yaşam tarzımız bizi bir tür olarak doğal habitatımızdan giderek daha da uzaklaştırıyor.

Bu izolasyon ve artan ekran zamanı döneminde, her ne kadar zor olsa da, doğanın “insandan daha fazlası” ile bağ kurma fırsatımız var. Bu dünya ve onun üzerinde yaşayan arkadaş ve akrabalarımıza ek olarak bu gezegeni paylaştığımız ağaçlar, kuşlar, böcekler ve diğer sonsuz ifadeler ile derin bir ilişki içerisinde evrimleştik.

Yeşil alanlar ile yakın temasta olmanın insan sağlığı için temel olduğuna dair artan sayıda kanıtlar mevcut ve bu şekilde mindfulness yoluyla doğa ile çok daha güçlü ve derin bir şekilde bağ kurmak mümkün oluyor. Mindfulness pratiği mevcut ana tutkulu bir merak ile geri dönme uygulaması olarak tanımlanıyor. Bunu yapmak için dikkatimizi doğanın seslerine ve hislerine odaklamamız gerekiyor ve ayrıca kendi nefesimizin giriş ve çıkışına da odaklanmak gerekiyor. Doğada mindfulness prana, yani yaşam gücü ile ve birbiri ile derin bir karşılıklılık içerisinde olan yaşayan şeylerle daha yakın bir ilişki kurmamıza yardımcı olabilir. İnsanlığın yaşayan şeylere olan sevgisine biyofili adı veriliyor ve bu terim Harvard biyologu E.O.Wilson tarafından tanımlandı. Büyük bir yaşayan şeyler ailesinden kopmak şimdi “tür yalnızlığı” olarak tanımlanıyor ve bu terim ilk olarak botanist Robin Wall Kimmerer tarafından kullanılmış.

Tür yalnızlığı benim dünyadaki canlı cansız tüm topluluklara genişlettiğim bir kavram. Bu kelimeler tarafından belirtilen ayrımlar (bazıları canlı, bazıları cansız) modern, endüstriyel kültürlerde ortaya çıktılar ve yerel, dünya bazlı kültürler farklı animizm formlarını uyguluyorlar ve bunlarda kişinin hayvanların yanında bitkiler ve elementlerde bulunan yaşam ve varlığın da farkına varması hedefleniyor. Bu şekilde bakıldığında, taşlar, çimler, rüzgar, bulut ve akan bir suyun bile kendine has bir canlılığı vardır. Yaşamı bu şekilde deneyimlediğimizde, kutsal ve dünyevi olan arasındaki sınırlar ortadan kalkıyorlar. Saygılı bir karşılıklılığın olduğu bir varlık durumuna giriyoruz. Tüm şeyleri bir arada tutan ağ algılanabilir hale geliyor.

Bu benim deneyimlerime göre mindfulnessi doğaya getirirsek mümkün oluyor. Dünya, gökyüzü, rüzgar, sular, kanatlı akrabalarımız ve ağaçlar öğretmenimiz haline geliyorlar. Doğanın uzak görüşlülüğünü ve bilgeliğini almaya başladığımızda bakış açımız da yükseliyor. Onun düzenleri ve döngüleri derin bir bilgeliği yansıtıyorlar ve geçicilik tek sabit. Ama buna rağmen doğanın devamlı değişimi içerisinde dinlenebileceğimiz döngüler buluyoruz ve yaşamın bir dalgalar, geçitler ve mevsimler serisi olduğunu hatırlıyoruz.

Bu büyük değişim ve dönüşüm zamanında, doğadan uzaklaşmak önerilmiyor. Şimdi etrafınızdaki toprağa yakınlaşma, dünyayla oturma ve onu dinleme, bize sunduğu şeyleri almak için yer ve zaman yaratma zamanı. Eğer mümkünse bir düşünme ve açılma zamanı ayırın ve böylece yeni varolma yolları ortaya çıkabilir. Baharda küçük tohumların dağılmaları ve yazın büyümeleri gibi, doğa meditasyonumuzda ortaya çıkan görüler de yarının yeni, ihtiyaç duyulan gerçeklikleri olabilirler.