İnsan beyninin evriminin yavaş, buna karşılık sosyal ve kültürel değişimlerin oldukça hızlı olduğunu biliyor muydunuz?

Yani, şu anda akıllı telefonlar ile Mars seyahatine hazırlanan bir tür olan insan olan bizler beyinsel olarak hâlâ mağara devrinde yaşıyor. Yani beynimiz fiziksel adaptasyon olarak mağara devrinde hâlâ. Evrimsel olarak, uzun süreler açlığa dayanması gereken avcı-toplayıcı kabilelerden geliyoruz. Yani gelecek günlerin ne beklediğini bilmediği zamanlarda elinde ne varsa yiyerek onu depolayan, yani yüksek kalorili yiyeceklerle beslenip, sonrasında bunu kullanan genetik bir yapı. Ancak beynimiz bu gelişimde iken evrimsel açıdan günümüzde ne yaşıyoruz? Giderek artan öğün sayısı? Yüksek kalorili yiyecekler? Daha az hareket eden bedenler?

Dedim ya, avcı-toplayıcı atalarımızın, açlıkla yüz yüze oldukları o çağlarda elinde ne varsa, özellikle de vücudunda ileriki günlerde kullanmak üzere kalorisi yüksek her şeyi yeme yönündeki beslenme alışkanlığı başımıza büyük iş açıyor. Bu içgüdü, yiyeceğin bol olduğu ve bolca tüketmemiz sürekli olarak endüstri tarafından bize pompalandığı günümüzde kilo olarak geri dönüyor. Siz hiç şişman bebek gördünüz mü? Genetik yapımız yaşadığımız yer ne olursa olsun, insan vücudunda şişmanlık yok. Bu bir dengesizlik. Şişmanlık, vücudun içten ve dıştan dengesinin bozulması hali. Bunu anladığımız anda zaten bu problem ortadan kalkacak o kadar.

Şanslı bir kalabalığa ait olduğumuz için açlık çekmeyen bir ülkede yaşıyoruz. Baktığımızda bugün toplum olarak içinde bulunduğumuz varlıklı topluma hazır değiliz, çünkü kendimizi bu sınırsız kalori alımından nasıl koruyacağımızı bilmiyoruz.

Amerika’da, 1960’lardan bu yana nüfusun ortalama kilosunun toplamda on iki kilo arttığı ortaya çıkmış. Nedeni gerçekten çok düşündürücü. Doğuştan gelen bu kalorili yiyeceğe karşı zaafımızı keşfederek bundan yararlanmaya çalışan büyük gıda şirketleri. Neolitik ve paleolitik dönemlerden kalan bu zaafımızı keşfederek laboratuvarlarda yarattıkları özel tatları bize satarak milyon dolarlık ciro yapan büyük çokuluslu gıda devlerinden bahsediyorum. Bir kartel tarafından sömürüldüğümüzü hissetmeyelim diye reklamlarla ailece hepimizin bilinçaltlarına format atılan, hem tüketicisi hem çiftçisi ile umutsuzca bağlı olduğumuz bir sistem aslında bu. Ayrıca, her yere sinsice eklenen aromalar ve tatlar ile duyularınıza kaba tabiri ile tecavüz eden, sizi daha çok yemeye sevk eden sistemden bahsediyorum.

Yemek yemenin veya bir şeyler içmenin keyif veren bir eylem olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Çünkü biliyoruz ki, yemek yediğimizde beynimizdeki zevk merkezleri aktif hale gelir.

Dışı kıtır çikolata kaplı içi yumuşacık karamel şelalesi…

Evet, ağzınız sulandı değil mi? Bu tanım ne kadar tanıdık. İşte tat alma duyumuzdaki, en zayıf tarafımız olan tatlardaki zıtlıklar. Yemek yemek, seks gibi beynimizin zevk merkeziyle direkt olarak ilgili olduğu için bu zıtlıklar da bu merkezi uyarıyor. Ancak bu biraz maniple edilen bir hal aldı.

Gıda endüstrisi bu durumu keşfettiğinden beri, sürekli bu tarz gıdaların bombardımanı altındayız. Sadece biz değil, çocuklarımız da! Çocuklarımızın saf ve bozulmamış tat duyularının geri dönülmez bir şekilde gitmesini, metabolizmalarının bozulmasını , obezite veya hiperaktivite sorunu yaşamalarını istemiyorsak bilinçlenmemiz gerekiyor.

Sistem nasıl işliyor?

Tuzlu ve şekerli, tatlı ve acı, çıtır ve yumuşak gibi zıt durumlar direkt beynimizdeki duygu merkezi hipotalamusu uyarır. Bu da zevk merkezlerine giden yoldur aslında. Yani iştah ve açlık arasındaki farkı bile anlamıyoruz.İşte endüstri ve sanayi toplumu olmanın bedellerinden bir tanesi, başta Amerika olmak üzere dünyanın pek çok noktasında empoze edilen “daha çok tüketim” kavramına geleceğim yine. Daha fazla sattırarak, daha fazla kâr etmek dünyada var olduğundan beri, tükettirme hedefi aslında hepimizi ve her şeyi yok ediyor. Biz midemizi doldururken beyinlerimizi uyuşturduğumuz için sağlıklı düşünmemizi de engelleniyor. Size basit bir kaç bilgi ile gerçeği söyleyeyim.

Midemizde de beynimiz olduğunu söylemiştim. Sindirim sistemimizin önemli bir bölümünde yer alan bağırsaklarımızda mikro devreler ve kasları kontrol edebilen yüz milyon nöron olan mekanik ve kimyasal sensörler var. Sinirlendiğinizde midenize yumruk yemiş gibi olmanız, aşırı üzüldüğünüzde birdenbire kusacak gibi olmanız işte buna bağlıdır. Yani iki tane beynimiz bulunuyor. Uzakdoğuluların iyi bildiği ve eski şifa sistemlerinin hepsinde temele oturtulan bilgidir: Biri başımızda biri karnımızda olan iki beyinli varlıklarız.

İkinci Beynimiz Nasıl Çalışıyor?

Mesela bakın şimdi şu iki ismi öğrenin çünkü ben hiç unutmadım: Leptin ve Grelin! Onlar benim için Hansel ve Gretel mesela. Kolay öğrenmek adına böyle yaptım.

Efendim, grelin… nam-ı diğer açlık hormonu… Midemiz boş olduğunda açlık hissini veren bu Gretel pardon “grelin” hormonu salgılanıyor, karnımızdaki beynimiz kafamızdaki beynimize “Açım! Beni doyur!” emrini veriyor. Buraya kadar her şey olması gerektiği gibi.İyi de kendimizi aç mı hissedeceğiz peki? Deli gibi yer insan, tokluk hissi ne olacak? Vücut ne muhteşem mekanizma, tabi ki tokluk hormonu da var. Leptin de doyma hissimizi beyne iletiyor. Her şey buraya kadar harika. Ancak ufak bir sorun var. Tokluk hissetmemizi engelleyerek, daha çok yememizi sağlayan bir manipülasyon sistemi ile karşı karşıyayız. Günümüz gıda endüstrisinin daha fazla tüketmemiz için yarattığı o muhteşem tatlardan bahsediyorum. Renkli ambalajları, reklamlar ile sürekli arzu edilen hale getirilen, aroma ve tat cennetleri. Bizi sürekli maniple eden bu tatlar, doymamıza rağmen bu mesajı beyne bir türlü gönderemiyor. Böylece o muhteşem tada sahip ama yüksek kalorili gıdaları tüketmeye devam ediyoruz.

Çünkü daha fazla yemenizden para kazanan kocaman bir endüstri var, üstelik dünyanın yarısından fazlası açken. Yemeniz gereken miktarın üstünde tükettiğinizde, hem enerjiniz düşüyor, hem vücudunuz her anlamda yaşlanıyor.

Peki, buna karşı ne yapabiliriz? Şu basit soruyu kendimize sormalıyız: “Yemek için mi, yoksa yaşamak için mi yiyoruz?”

İştah nedir, açlık nedir?

İştah ile açlık çok farklı şeylerdir. Açlık, hayatımızı sürdürmemiz adına gereken gıdaları almamız için vücudumuzun komut vermesidir. İştah ise, tok olsak da tat ve haz isteğimiz nedeniyle yeme isteğidir. Tabii ki hayatın küçük zevklerinden kendimizi mahrum bırakmayacağız, ancak bu tamamen sentetik ve vücudumuza faydadan çok zarar getiren suni şeylerle değil, doğadan gelen besleyici aynı zamanda lezzetli enerji kaynaklarıyla olmalı.

Londra’da okurken insanların özellikle çocukların acıktıklarında sürekli olarak paketli patates cipslerini atıştırmalık olarak yediklerini görüp dehşete düşmüştüm. Ya da sabahın köründe en büyük fastfood zincirinden en büyük hamburgerleri yiyen genç kızlara bakakalmıştım. Çok fazla aşırı kilolu insan gördüğümü, egzamadan sivilceye kadar yaygın cilt rahatsızlıklarını da yine İngilizlerde görmüştüm üzülerek. Sizce yediklerimizin, bunlarla bir ilgisi yok mu? Yukarıdaki satırlardan sonra değil diye düşünüyorum. En azından benim felsefem bu…

Hayatımızın her anında, yiyeceğimizin kaynağını sorgulayacağız, yiyeceğimizin bize uygun olup olmadığını bileceğiz, yiyeceklerimizle iletişimde olacağız, teşekkür ve minnet duyacağız. Böyle yapacağız ki, besinimizi ve vücudumuzu onurlandıralım. Farkındalık inanın bu kadar basit eylemlerle başlıyor.