Kadın olmak zordur. Sütten kesilme ile başlayan kaygı, kastrasyon kaygısı, penis eksikliği, çocuk sahibi olma kaygısı, adet kanaması, bekaretin bozulması, çocuk sahibi olamama korkusu, doğum, bebeği kaybetme kaygısı, menopoz ve üreme işlevlerinin  kaybı ile son bulur. Ne kadar çok hayal kırıklığı yaşamak zorundadır kadın? Ama kadın olmak yetmez, eksik kalmamak için anne olmalıdır. İnsanlık tarihi boyunca, kadınlardan anne olmaları beklenmiştir. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Bir kadının varoluşu ve anne olması birbirini tamamlayan şeylerdir sanki. Kimse kadın için anneliğin karmaşık bir duygu veya rol olduğunu sorgulamaz. Özellikle ülkemizde, kadınlık ve annelik özdeşleşerek, annelik kadının fedakar, sevgi dolu, cefakar ve şefkatli doğasının bir parçası olarak tanımlanır. Bir kadın ancak anne olup, saçını süpürge ederek değer kazanacaktır. Annelik farklı farklı toplumsal roller ve değerlerle birleşerek, kadının kutsal bir nesne olarak toplumda yer alması demektir.

Toplumsal dilde anne; bakan, besleyen, çocuğu koruyan, büyüten, sevgi ve şefkat gösteren, kendini unutan kişidir. Ataerkil toplumumuzda ev kadınlığı, en temel kadınlık temsilidir. Çalışan kadın ve anne olmak birbiriyle çatışan kavramlar olarak, çatışan rolleri doğurduğundan, giderek zorlaşan ekonomik şartlarda, kadın çalışsa bile, çocuğuna bakan kişi olmaya devam etmek zorundadır. İyi bir eş, iyi bir anne olmanın mükafatını toplumsal saygınlık duygusu ile alacaktır kadın. Aslında toplumumuzda kadınlar dört duvar arasında kendi mutluluğunu yaratan, çocuklarını doğduğu günden itibaren bakan besleyen olarak tanımlanırlar. Son dönemde, kadınların anneliği ertelemesi belki de bundandır. Ya kadın artık anne olduğu için değerli olmak istemiyorsa? Ya çocuk merkezli olarak kurgulanan bu şemada da kadın ikincil olarak tanımlanarak sevgiyle hizmet eden olarak konumlandırılmak istemiyorsa? Toplumsal olarak anneden beklenen çocukları için kendini feda etmektir; kariyerini, hedeflerini, hayatını içeren bu vazgeçiş gerekirse toplumsal hayattan çekilmeyi, çalışmamayı yuvasında mutlu olmayı gerektirir.

Sanki kadın kendi yaşamından ne kadar feda ederse toplumsal yaşamda o kadar değer kazanacaktır. Ataerkil sistemizde erkek çocukluğundan itibaren özne olarak yetiştirdiği için sistemin öznesi olarak erkek toplumda yer edinir. Buna karşılık kadından, bedeni ve doğurganlık özelliği dolayısıyla, kadınlığını gerçekleştirebilmesi için kendisini nesne haline getirmesi beklenir, ve kadın özne olmaktan uzaklaştırılır.

Gerçek bir kadın olmak için anne mi olmak gerekir?

Bu topraklarda kadınlık derğersiz, annelik ise kutsaldır…Geleneksel toplumlarda çocuk ailenin en temel parçası olarak görüldüğü için yalnızca çocuk sahibi olunca aile kurulabileceği algısı hâkimdir. Geleneksel toplumlar da var olmanın anlamını ve mutluluğun koşulunu çocuk doğurmakla pekişmiştir. Çocuğu olmayan kadınlar ise kendilerine çocukla ilgili sorulan sorularla yıpranmakta, suçluluk hissi, dışlanma, sadakatsizlik, boşanma veya tehdit edilme gibi sorunlar ile karşılaşır. Çocuk doğuramamak kadın için bir sağlık sorunu değil, bir eksiklik, bir ayıptır. Dolayısıyla çocuksuzluk aşağılayıcı bir durumdur. Meslek, kadının varoşlunu tamamlamasında çok az bir yer kaplar, onu daha çok tamamlayan şey evliliktir. Çünkü toplum için bir kadını tamamlayan en önemli iki olaydan biri evlilik diğeri çocuk doğurmaktır. Gerçek bir kadın, çocuk doğurur algısı o kadar yaygındır ki, ataerkil değerlerden çok uzak yaşayan bir kadın bile, bu korkudan kaçamaz… Bir kadın doğurmamayı da seçebilir, ancak sosyal medyanın ve çevrenin baskısı kadını bu kadardan uzaklaşmaya zorlar.

Annelik Psikolojisi…

Klasik psikanalitik kurama göre, kız çocuğunun kadınsılığa erişimi, çocukluk çağındaki Ödipus karmaşasının çözümlenmesine bağlıdır. Ödipus karmaşasından önceki evrede hem kız hem de erkek çocuğun, anneyle yoğun ve yakın bir ilişkisi bulunmaktadır. Fallik döneme girişle birlikte, pozitif Ödipus karmaşasında çocuk anneyi arzulamaya başlar ve anneyle olan ilişkisinde babayı kendisine rakip olarak görür ya da negatif Ödipus karmaşasına girerek babanın arzusunun nesnesi olmak için annenin yerine geçmeyi arzular. Birincisinde çocuk babanın yerini almak isterken ikincisinde annenin yerini alarak babanın arzusuna sahip olmak ister. Erkek çocuk kız çocuklarında penis olmadığını keşfettiğinde, eskiden penislerinin olduğunu ama kesildiğini varsayar ve eğer annesini arzulayarak babasına rakip teşkil etmeye devam ederse kendisinin de babanın misillemesine uğrayarak hadım edilebileceğini düşünür, dolayısıyla kastrasyon tehdidini hisseder. Kendi penisine olan narsistik yatırımı ve nesneye yönelik libidinal yatırım arasında bir seçim yaparak kendi penisine narsistik yatırım yapmayı seçer. Böylece kastrasyon endişesinin kabullenilmesiyle birlikte erkek çocuk için Ödipus karmaşası çözümlenir. Tüm çocukların ilk aşkları anneleridir. Anneliğin öyküsü de anneye olan bu aşkla başlar. Kız çocuk annesinin arzu nesnesinin babası olduğunu anladığında, kendi anneliğine giden süreç başlamış olur. Bundan ötürüdür ki, bir kızın anneliğe giden yolu biraz da annesinin zihninden geçer. Kız çocuğunun hem annesinin arzu nesnesi olması hem de kendi arzu nesnesinin annesi olmaya devam etmesi, anneliğinin önündeki engeldir. İlk yapılması gereken annenin aşkından kopabilmektir. Preödipal anneden ayrışmak gerekir. İşte bu noktada, anne kız arasında gereksinim, aşk ve nefret iyice birbirine girer. Aslında kızın başından beri istediği tek şey bir erkek olmak değil, özerk, tam bir kadın olarak kendisini anneden çekip ayırmaktır.

Freud’a göre anne, çocuğun narsisistik ihtiyaçlarını karşılarken birincil sevgi nesnesi konumuna gelerek çocuğu dünyadaki tehlikelere karşı ilk koruma zırhı işlevini görür. Dolayısıyla anne çocuğun kaygı hissine karşı da ilk korumasıdı. Freud’a göre anne bakım verme ve temizlik aşamalarında çocuğun cinsel organını uyararak hem kız hem de erkek çocuk için bir baştan çıkarıcı konumuna geçmektedir. Annenin çocuğa bakım verdiği, yıkadığı, temizlediği, beslediği tüm anlarda çocuk anne karşısında pasif konumdadır. Ancak sonrasında çocuk bu deneyimleri oyun formatında tekrarlayarak kendisi aktif role geçebilir. Dolayısıyla anne hemçocuğun pasif konumu deneyimlemesini sağlayan, hem de daha sonra kendisininaktif konuma geçerek bu deneyimleri tekrar kurgulamasını sağlayacak malzemeyi çocuğa veren kişidir. Anne çocuk ilişkisiyle ilgili olarak Freud, küçük kızın anneye yönelik güçlü çiftedeğerli hislere sahip olduğunu, ancak erkek çocuk gibi bu çiftedeğerli hisleri babaya yansıtmadığını ifade eder; küçük kızın birincil sevgi nesnesini anneden babaya yöneltebilmesi yine anneye karşı hissettiği bu çiftedeğerli hisler sayesinde gerçekleşir. Psikanalitik teoriden gelişen bağlılık teorisi anneliğin duygusal tecrübesine ve anne-çocuk arasında kurulan bağlılık ilişkisine önem verir. Bağlılık teorisinde, anne ve çocuk arasındaki ilişki, romantik aşk gibi düşünülürken, annelik bebeğe olan yakınlık ve hazır bulunuşluk derecesi ile tanımlanır. Böylesine idealleştirilmiş annelik, hem besleyen yanı, hem de pasif olma yanı ile popüler kadın imajı ile uyumludur. Bu annelik modeli, narin bebeğin ihtiyaçlarının giderilmesi üstüne yoğunlaşır. Bağlılık kuramı, anne çocuk ilişkisine daha çok çocuğun ihtiyaçlarının nasıl karşılanması gerektiği, annenin çocuğuna nasıl hassas davranacağı ve çocuk bakımı ile ilgili kendini nasıl sorumlu hissedeceği üzerinde durur. Kuram anneliği, içgüdüsel olarak ele alır ve anne sevgisini doğal bir nitelik olarak değerlendirir. Çocuğa karşı kızgınlık ve düşmanca duyguları, kadının anne olması bağlamından ziyade onun bireysel patolojisi olarak ele alır.

Geleneksel psikanalitik yaklaşım, anneliği temel içgüdü olarak ele alırken; anneliği, kadının dişilik yönünün bir özelliği olarak görür. Annelik problemleri (kısırlık ve depresyon) kadının, yetişkin kadın kimliğine uyum sorunları ile ilişkilendirilir. Bu yaklaşım daha çok kadının iç çatışmaları üzerine yoğunlaşır. Annelikle birlikte kadın, ego gelişiminin yeni bir dönemini başarmaktadır. Bu görüşe göre; kadının tecrübeleri, kendi gelişimi ve yetişkin kimliği üzerine kuruludur. Kadında libido ile analık arasında çatışma oluşmaktadır. Scheaffer’e göre, kadının dişiliğinin açılması kendisine değil, sürekli itkiyle özdeşleştirilen bir cinsel nesneye bağlıdır. Kadın için çocuk sahibi olmak farklı anlamlar içermektedir. Bir kadının bedeni bütünüyle annesinin bedenini andırır; bu, onu birbiriyle çelişen iki uğraşla karşı karşıya getirir. Kadın hem annesinin kadınsı becerileriyle özdeşleşmek hem de duygusal olarak annesinden ayrışmak ve kendi vücudu ve cinselliğinin sorumluluğunu üstlenmek durumundadır. Hamilelik -ki bu kadının kendi annesiyle özdeşiminin son aşamasıdır- kız çocuğunun doğurgan annesiyle özdeşimde kendi annesel benliğini kapsayan benlik idealinin gerçekleştirilmesinde büyük önem taşımaktadır. Küçük kız çocuğu için, tıpkı kendi annesi gibi gelecekte bir çocuk sahibi olabileceğine dair duyduğu güven onun kadınlık hissinin, cinsel kimliğinin ve özgüveninin oluşumunda çok önemli bir yer tutmaktadır. Bunların açığa çıkması kız çocuğunun fiziksel olgunluğa erişmesiyle mümkün olmaktadır. Bu olgunluk döneminden önceki hamilelik fantezileri ve arzuları küçük kızın gelecekteki kimliğinin normal bir parçası olarak görülmeli, bunların yetişkin yaşamında elde edilecek bir hedefe hizmet ettiği düşünülmelidir. Gebelik ve doğum, kadın bedeninin içinde bulunan genital organlara ilişkin doğurganlığının kanıtıdır. Bu durumda genital organlar ve rahim değerlidir. Doğumla birlikte kadınsı genital organlar gurur kaynağı olurlar. Çocuğu taşıyabilmek, gelişmesini ve büyümesini sağlamak hem narsisistik hem de erotik düzeyde yaşanır. Annelik ve dolayısıyla rahim, simgesel düzeyde de zengin ve yaratıcı bir yer olarak kadın ruhsallığının merkezine geçer. Simgesel anlamdaki yaratıcılık ve doğurganlık, sahip olunan çocuk sayesinde fallik eksikliğin tamamlanmasından daha fazla bir şeydir.