Bilim ve uygulama arasındaki en büyük farkın bulunduğu konulardan birisi obezite tedavisi ve günümüzden geçmişe bir bakış atmak, global obeziteye karşı pek de üretken olmayan yöntemlerin takip edilecek daha iyi yollar olmasına rağmen uygulandığını görmeyi sağlıyor.

ABD’deki Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC), yetişkinlerin %80’inin ve çocukların üçte birinin klinik olarak obez veya fazla kilolu tanımına dahil olduğunu ve bu talihsiz sürecin 40 yıl önce başladığını belirtiyorlar. Günümüzde ekstrem obeziteye sahip olan Amerikalıların adedinin HIV, Parkinson ve Alzheimer rahatsızlıklarına sahip olanların toplamından daha fazla olduğu belirtiliyor. Tıp camiası bu değişime genelde bireyleri suçlayarak karşılık veriyor, çünkü obezitenin sağlık sistemine yükü var ve milli gelirin azalması ile askeri gücün de düşmesine sebep oluyor. Obezite, fazla kilolu insanların bir cümlede yargılanmaları için kullanılan küresel bir salgın ve bunun kendi iyilikleri için yapıldığı söyleniyor. Yağlanma korkusu veya kilolu şekilde kalma korkusu insanların her sene diyet ürünlerine video oyunları veya filmlerden daha fazla para harcamalarını sağlıyor. Yetişkinlerin %45’i kiloları ile meşgul olduklarını söylüyorlar ve bu 1990 senesinden beri 11 puanlık bir artışa denk geliyor. Hatta tedirginlik verecek şekilde, 3-6 yaş arasındaki kız çocuklarının neredeyse yarısı kilolu olmaktan endişe ediyor.

Bu konunun duygusal maliyetlerini hesaplamak imkansız. Tüm suçlamalar, utanç, parmakla göstermeler, suçluluk, adlandırmalar, zorbalık ve varsaymalar, kişiye en ufak bir yardımda bulunmuyorlar ve aynı zamanda depresyona sebep olarak durumu daha kötü hale getirebiliyorlar. Kilolar bazı insanlar için çocuklarını okula bıraktıklarında arabalarından inmemelerinin, bazılarının fotoğraf çekimlerinde gözden kaybolmalarının, bazılarının aileleri için çok güzel yemekler hazırladıktan sonra sadece salataya dokunmalarının veya yapamayacaklarını düşündükleri için hiç bir şey yapmama kararı vermelerinin bir sebebi.

Söylenenlere göre 60 yıldan beri araştırmacılar ve doktorlar diyetlerin işe yaramadığını biliyorlar. 1959 senesinden bu yana yapılan araştırmalarda kilo verme çabalarının %95 ila %98’inin başarısızlıkla sonuçlandığı ve diyet yapanların üçte ikisinin sonradan kiloları geri alıp üstüne bir de bir kaç kilo daha aldıkları görülüyor. Bunun sebepleri biyolojik ve geri döndürülemez.

1969’da başlayan bir çalışmada, beden ağırlığının %3’ünü kaybetmenin metabolizma hızında %17 düşüşe sebep olduğu görülüyor. Bu da bedenin açlığa verdiği bir tepki ve vücut tekrar en yüksek ağırlığa erişene kadar açlık hormonlarını salgılıyor ve iç sıcaklığı düşürüyor. Yani kiloları uzak tutmak ve vücudun her gün, bütün gün sebep olduğu büyük açlığı bastırmak için bedenin enerji yönetim sistemi ile savaşmak gerekiyor.

Kilolar ve sağlık her zaman eş anlamlı değil, çünkü senelerdir bu konudaki tıbbi görüşler üzerine tartışmalar var. Neredeyse her nüfusta fazla kilolu insanların fazla kilolu olmayanlara göre daha kötü bir kalp damar sağlığına sahip oldukları gerçek olsa da, insanlar ortalamalardan ziyade birer bireyler. Çalışmalar obez olarak tanımlanan kişilerin üçte birinin metabolik olarak sağlıklı olduklarını ve herhangi bir insülin direnci, yüksek kolesterol veya yüksek tansiyon belirtisi göstermediklerini, fazla kilolu olmayanlarının dörtte birinin ise doğrudan sağlıksız olduğunu gösteriyorlar. 2016 yılında yapılan bir çalışmada katılımcılar 19 yıl boyunca takip edilmişler ve gereksiz zayıflıkta olan bireylerin diyabet geliştirme risklerinin balık etli bireylere göre iki kat daha fazla olduğu görülmüş. Buradaki temel nokta, boyuttan ziyade alışkanlıkların gerçekten önemli olması. Düzenli egzersiz, meyve ve sebze tüketimi, ağırlık kaldırma gibi diğer belirteçler, bir kişiye odanın diğer tarafından bakış atmaktan daha fazla sağlığa dair bilgi sağlıyorlar.

Bu noktada en büyük trajedi ve korkunç bir ironi ise, obezitenin küresel bir salgın haline geldiği 60 yılı boyunca sadece boş diyetler ile tedavi edilmeye çalışılmış olması: eğer herkes aynı şeyi bir daha denerse sonuçlar farklı olur düşüncesinin hakimiyet kazanması. Ancak bu düşünce tarzını değiştirmek gerekiyor ve daha ince bir ülke haline gelmek mümkün olmasa da daha sağlıklı olmak mümkün.

İşin korkutucu olan yanı, bazı fazla kilolu insanların doğru şekilde yememeleri ve kilo vermek için kendilerini gerçek anlamda aç bırakmaları, bunun sonunda da dirençleri kırılıp yediklerinde panik atağa kapılmaları. Bu insanlar hasta hale geliyorlar ve en sonunda doktora gittikleri zaman, doktorlar yaptıkları şeye devam etmelerini ve diyetlerine bir kaç yüz kaloriden fazla kalori eklememelerini öneriyorlar ve bedenleri yeterince küçük hale geldiğinde vücudun gıdaları farklı şekilde değerlendireceği konusunda onlara garantiler veriliyor. Bu ise bir yeme bozukluğuna sahip olmak ve bunun için tebrik edilmek ile aynı şey.

Fazla kilolu bir insana sağlık sistem ile ilgili anılarını sorun ve pek çoğunun skeptik sorular, göz devirmeler, tedavinin reddedilmesi, geciktirilmesi ve hatta geri çevrilmesine dair benzer hikayelerinin olduğunu görebilirsiniz. Sağlık sistemlerinin güven veren ve sağlık için ana geçitleri oluşturan otoriteler olmaları gerekli. Obez insanlar içinse bu her zaman doğru değil ve sağlık sistemi bir travma kaynağı haline gelebiliyor. Çünkü rahatsızlıktan ve ağrılardan bağımsız olarak genelde söylenen ilk şey şekerlemeleri bırakmaları, spor yapmaları ve diyete başlamalarının her şeye iyi geleceği.

Bu sadece anlatı şeklinde bir fenomen değil. Veriler doktorların aşırı kilolu hastaları ile görüşmelerinin daha kısa sürdüğünü ve daha az duygusal bağ kurduklarını gösteriyor. Yetersiz, iradesiz veya fazla iştahlı gibi negatif kelimeler fazla kilolu insanların tıbbi kayıtlarında daha fazla geçiyorlar. Bir çalışmada doktorlara migren geçiren hastaların geçmişi sunulmuş ve tüm diğer faktörler aynı olsa da doktorlar fazla kilolu insanların daha kötü bir tavra sahip olduklarını ve tavsiyelerini takip etme eğilimlerinin daha düşük olduğunu söylemişler.

Güney Florida’da yapılan 2011 yılındaki bir ankette, jinekologların %14’ünün 90 kilonun üzerindeki hastaları reddettikleri ve bu doktorların da toplum gibi genellemelerde bulunabildikleri görülmüş. Maalesef bazıları hala fazla kilolu insanları utandırmanın onları kilo vermeye motive etmenin en iyi yolu olduğunu düşünüyor ancak aslında böylesi sert bir sevginin verilmesi gereken en son rahatsızlık. Bazıları obez kişilerin utandırılmaları gerektiğini çünkü obez olduklarının farkına varmadıklarını ve bu sayede obeziteleri hakkında bir şeyler yapmaya başlayabildiklerini düşünüyorlar. Utandırmak birisinin sigarayı bırakmasında bir miktar etkili olabilir ancak obezitede işe yaramıyor. Bu inanç obezite ve insan davranışları üzerinde bir nesil boyunca yapılan araştırmalara göre tamamen yanlış. Araştırmalar insanları utandırmanın problemi arttırdığını çünkü bu insanların alışkanlıklarını bırakma, doktor ve aile üyeleri ile sorunlarını paylaşma ihtimallerini azalttığını gösteriyorlar.

Endokrin doktoru ve obezite uzmanı Jody Dushay, hastalarının büyük kısmının ona gelmeden önce onlarca diyet denediğini ve tekrar almak üzere onlarca kilo verdiklerini belirtiyor ve bu hastalara daha ağır şartlarda diyetler dayamanın onların sadece başarısızlıklarına ve kendilerini suçlamalarına sebep olduğunu belirtiyor. Elbette tüm sağlık sistemleri fazla kilolu insanları kötüleme hedefinde değil ancak bazılarının verdiği hasar bilinçsiz önyargılardan kaynaklanıyor. Çalışmalar zayıf doktorların hastalarının kilo vermelerini sağlayacak öneriler konusunda kendilerine daha çok güvendiklerini ve diyetlerin kolay olduğunu düşündüklerini gösteriyorlar.

Doktorların içerisinde çalıştığı pek çok yönetim ve finans yapısı bu problemi daha okuldayken oluşturuyor. Tıp öğrencileri üzerinde yapılan bir ankette, öğrencilerin 4 yıl boyunca 19 saat beslenme eğitimi aldıkları görülüyor ve bu süre 9 yıl öncesine göre 5 saat daha az. Bu doktorlar uygulamaya geçtikleri zaman ortalama bir doktorun her bir muayenede 15 dakika vakti oluyor ve bu zaman hastalara ne yediklerini sormayı bırakın, yıllardır olup bitenleri sormak için bile yetersiz ve bu nedenle tedaviye empatik yaklaşımı pek de verimli kılmıyor. CT taramaları ve kan testleri yüzlerce dolardan binlerce dolara kadar maliyet oluşturuyorlar ancak diyet ve beslenme danışmanlığının bedeli sadece 24 dolar.

Johns Hopkins’te bir obezite uzmanı olan Kimberly Gudzune, bazı doktorların uzmanlık alanları ne olursa olsun kiloların kendi alanlarına girdiğini düşündüklerini belirtiyorlar ve kendisi genelde hastalarla aylarca gerçekçi plan ve hedefler düzenledikten sonra başka bir doktorun bunu bozma tehdidi olduğunu, hastaların bunun sonucunda başarısızlıklar yaşadıklarını ve ya en baştan başladıklarını ya da dönmemek üzere gittiklerini belirtiyor.

Sağlık uzmanlarını fazla kilolu hastalar konusunda ne eğiten ne de cesaretlendiren bir sistem içerisinde çalışmaktan dolayı bazı doktorlar boş diyetler ve boş motivasyon konuşmaları yapmak zorunda kalıyorlar. 461 doktorun hastayla etkileşimleri bir çalışmada kayıt altına alınmış ve hastaların %13’ünün bir diyet ve spor planı varken, sadece %5’i sonraki muayenelere gelmiş. 2016’da yapılan bir ankette, fazla kilolu Amerikalıların diyetisyen danışmanlığı alanların iki katının gıda ikamesi diyetlerini denemeyi tercih ettiği görülüyor.

Maalesef tüm bunlar fazla kilolu insanların sağlık sisteminden kaçınmalarını beraberinde getiriyor. Bir kaç çalışmada fazla kilolu olan kadınların meme ve serviks kanserinden ölme risklerinin daha yüksek olduğu görülüyor çünkü bunun bir kısmının sebebinin muayeneden kaçınmak olduğu belirtiliyor. Washington Üniversitesi’nden Erin Harrop, anoreksiya sahibi fazla kilolu kadınlarda kusma ve laksatif ilaç kullanma ihtimalinin 2 kat daha fazla olduğunu belirtirken, zayıf kadınlarda tedavi genelde 3 yıl içinde başlamaktayken, bunun kilolu kadınlarda 13 yıl sürebildiğini söylüyor.

Sadece negatif görüşler değil, aynı zamanda pozitif görüşler de bu konuda rol oynuyor. Kilolardan utandırmak görünür veya görünmez olarak, kamuda veya özelde devrede, yani gizli ve aynı zamanda her yerde. Araştırmalar özellikle kadın ve kilolu insanların daha az para kazandıklarını ve işe alınma oranları ile yükselme oranlarının daha düşük olduğunu gösteriyorlar. 2017’deki bir çalışmada 500 insan kaynakları yöneticisine fazla kilolu bir kadının fotoğrafı verilmiş ve %21’i onun hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadan profesyonel olmadığını söylemiş. ABD’de sadece Michigan ve bazı şehirlerde kilo bazlı işyeri ayrımı yasaklanmış durumda.

Fazla kilolu Amerikalıların adetleri arttıkça onlara karşı önyargılar da artıyor ve şiddetleniyor gibi görünüyor. Amerikalıların %40’ından fazlası obez olarak sınıflandırılıyor ve bu bireyler günlük olarak utanç yaşadıklarını belirtiyorlar. 2015 yılında ayrımcılığa uğramış hissedenlerin yaşam süresi beklentilerinin uğramayanlara göre daha düşük olduğu bir çalışmada görülmüş.

Utanmanın ironisi ise insanları az yemeye değil çok yemeye teşvik etmesi ve faydasının olmaması. Kortizol adlı stres hormonu devreye girdiğinde iştah artıyor ve spor isteği azalıyor, hatta bu his gıdaların tadını bile iyileştiriyor.

Fazla kilolu olmak çocukların okulda zorbalığa uğrama sebepleri arasında bir numarada. Bazı eyaletlerde çocukların evlerine vücut kitle endeksi kartları gönderiliyor ancak bunlar iyi niyetin kötüye sebep olmasına sebep oluyorlar. Zira en yakınlarından bile zorbalık görme ihtimallerini arttırırken kilo vermelerine pek de yardımcı olmuyor. Pek çok çalışmada fazla kilolu insanların en büyük ayrımcılığı kendi ailelerinden gördükleri görülüyor. 2017 yılındaki bir ankette, katılımcıların %89’u romantik partnerleri tarafından zorbalığa uğradıklarını söylüyorlar. Fazla kilolu olmanın etkileri diğer ayrımcılık kaynakları ile de artıyor.

Fazla kilolu olmanın en önemli yanı, onun kişiyi obez olan diğer bireylerden de izole etmesi.

Obezite oranları 1980 yılından beri 73 ülkede iki katına çıktı ve 113 diğer ülkede de ciddi miktarda artış gösterdi. Ancak hiç bir ülke bu süreçte obezite oranlarını düşürmeyi başaramadı. Amerikan kurumlarının büyük kısmı vücut ağırlığına takmış durumda ve gerçekten bizi öldüren şeyi gözardı ediyorlar: gıda kaynakları. Beslenme alışkanlıkları ABD’de silah ve araç kazaları kaynaklı ölümlerin toplamından 5 kat daha fazla ölüme sebep oluyorlar. Buradaki sorun ne kadar yendiğinden ziyade neyin yendiği.

On yıldan fazla süren bir araştırmada, gıdanın kalitesinin kilodan bağımsız olarak hastalık riskini etkilediği görülüyor. Örneğin fruktoz insülin hassasiyetine daha fazla zarar veriyor ve aynı kaloriye sahip diğer tatlandırıcılara nazaran karaciğer fonksiyonlarını daha fazla bozuyor. Haftada 4 defa kuruyemiş tüketmek diyabet ihtimalini %12 azaltırken, kilodan bağımsız olarak ölüm oranlarını da %13 düşürüyor. Enerji, açlık ve doygunluğu yöneten biyolojik sistemler, şekeri bol, lifi düşük ve katkılar eklenmiş gıdaların tüketimi ile bozuluyorlar ve günümüzde normal bir insanın enerji kaynaklarının %60’ının bunlardan gelmesi sık karşılaşılan bir durum. Bu trilyonlarca dolar değerindeki zehirli gıdaları gıda sisteminden çıkartmak ne çok kolay ne de kısa zamanda yapılabilir. Fabrikalardan gelen gıda zincirleri sayesinde çocukların okul çantalarında bile çikolatalar var, hatta bazı fast food zincirleri işlenmiş gıdaları daha bağımlılık yapıcı hale getirerek karlarını arttırmak ve maliyetlerini düşürmek için çaba gösteriyorlar. Sosyal yapının yeme içme alışkanlıkları üzerindeki etkileri göz önüne alınmadan hastalara çok fazla sorumluluk yükleniyor.

Korkutucu görünse de, kişinin yaşamını iyileştirmek için yapabilecekleri var. Bunlar arasında odağı kilodan sağlıklı beslenmeye çekmek ve utanç yerine destek almak bulunuyor. Her bireyin gıdalarla, sporla ve bedeniyle olan ilişkisinde sonsuz bir karmaşıklık var ve bu tedavinin merkezinde olmalı. Kilo duygusal bir konu. Bir kişiye cheeseburgeri kenara bırak demek hiç bir zaman işe yaramaz, ona cheeseburgerin tam olarak ne yaptığını söylemedikten sonra.
2017 yılında ABD Önleyici Hizmetler Görev Gücü, obezite konusunda esas belirleyici unsurun hastaların nasıl beslendikleri değil, ne kadar destek aldıkları olduğunu göstermiş. Diyetisyene 12 defadan fazla gidenlerin diyabet öncesi oranları ve kardiyovasküler hastalık riskleri ciddi anlamda düşmüş.

ABD’de beslenme araştırmalarına yılda 1.5 milyar dolar harcanırken, ilaç araştırmalarına 60 milyar dolar harcanıyor. Bu şaşırtıcı değil çünkü sağlıklı organik gıdalar 8 kata kadar daha maliyetli ve her geçen sene daha pahalı hale geliyorlar gibi görünüyor.

Hareketsiz yaşam tarzının kalp damar riskleri iyi biliniyor ancak kurumlar fakir topluluklarda bu riskleri azaltmak ve dağıtmak yerine alevlendiriyorlar. ABD’deki çocukların %13’ü okula bisiklet veya yürüyerek giderken, üçte birinden daha azı günlük spor derslerinde rol alıyorlar. Her geçen gün daha fazla işçi her gün 90 dakikadan fazla yol gidiyor ve bu toplu taşımanın gelişmemiş olması, AVM’lere olan yatırımlar, yollar ve park alanlarına yatırımlardan dolayı çok normal. Topluma daha fazla sebze yemeleri ve merdivenleri kullanmaları öneriliyor ancak günlük spor için vakit ayırmak artık bir lüks ve iyi yemek de hayli maliyetli.

Sağlık müdahalelerinin en etkilşisi sağlık müdahalesi değil, en etkili müdahale fakirliğin zorluklarını azaltacak politikalar ve harekete, oynamaya ve çocuk bakmaya vakit ayırabilmek. Günümüz toplumunda fazla kilolu insanlara karşı bakış hiç değişmeyecek gibi görünüyor ancak bu durum yine de onu nasıl karşılayacağına karar verecek olan fazla kilolu insanlara bağlı. Aynı şekilde devam edip hiç bir değişiklik yapmayacaklar mı? Çünkü bir sihirli çözüm yok ve bir zaman makinemiz de yok. Kendi bedeninizde mutlu olmak ve mutlu olmamanızı söyleyen bir dünyaya karşı durmak esas devrim. Herkes sahip olduğu en iyi beden ile elinden geleni yapmalı ve başkalarının düşüncelerini bir kenara bırakarak kendi işine bakmalı. Farkındalık fazla kilolu insanların kendileri hakkında daha iyi hissetmelerini sağlamak değil, bu insanları temel haklarından mahrum bırakmamak.