Şöyle bir düşünelim, ne çok derdimiz var değil mi? Evin kirası ya da kredilerin taksiti, arabamızın yeterince iyi model, hatta en son model olmaması, en çok beğendiğimiz ayakkabıların hala indirime girmemesi veya tatilde Bodrum’a değil de, Çeşme’ye gidebilmiş olmak ve bunun gibi “çok önemli” dertler. O zaman benim size bir tavsiyem var: Bu günün hayattaki en son gününüz olduğunu düşünün! Neler hisseder, neleri ister, nelerin pişmanlığını duyardınız? Benden söylemesi; kesinlikle pişmanlıklardan birisi arabanızın modeli ya da ev krediniz olmazdı.

Eğer bu gün ölecek olsaydınız, pişmanlıklarınız daha çok; sevdikleriniz, yeterince sevgi gösteremedikleriniz, eğlenceye ayırmadığınız zamanlar, kendinizi şımartmadığınız anlar olurdu. Bir de kendi istediğiniz değil, anne, baba, toplum ya da genel olarak başkalarının isteklerinize göre yaşadığınız her bir andan pişmanlık duyardınız. Zira insan, ne kadar “kendi” olursa, o kadar mutlu olacaktır.

İşte bunları düşünerek hazırladığım bu içerikte; daha önceden bilimsel çalışmalara konu olmuş, her biri gerçek kişilerin ağzından anlatılmış “ölüm zamanı pişmanlıkları”dır. Bence siz bu pişmanlıkları bir okuyun ve ardından uzunca bir süre kendinizle baş başa kalıp düşünün. Acaba siz hangilerinden pişman olabilirsiniz? Ardından yarın, öbür gün demeden hemen harekete geçin ve ölüm zamanı geldiğinde en az pişman olan kişilerden birisi olun. Bu da benim naçizane önce kendime, sonra da size bir katkım olsun!

Hayatım boyunca; annemin, babamın ve eşimin benden beklediği, bana layık gördüğü hayatı yaşadım. Keşke biraz daha cesur olabilseydim!”

Evet, üniversitede bölüm seçerken, mesleğine karar verirken, yaşadığı şehri ya da koskoca bir ömrü geçirirken anne, babasını “fazlaca” dinlediğini düşünenler sizleri bu gruba alayım. Elbette ki anne ve babalar çocukları için her şeyin en iyisini isterler ve hep onları severler, korurlar. Ancak onların bize biçtiği ömrü yaşayıp bu hayatın sonuna geldiğimizde pişmanlıklar bizi mutsuz edecek. İçinde yaşadığımız toplum, her gün gördüğümüz komşular ve elbette ki bizi dünyaya getiren, hayata hazırlayan anne ve babalar hayatımızın içindeler. Ancak en ortasında olmalarına da gerek yok. Yoksa üzüleceğimiz, hiçbir zaman tam da kendimiz olamayacağımız bir gerçek!

Keşke o kadar da çok çalışmamış olsaydım!”

Paranın, işin önemli olmadığını kim iddia edebilir ki? Neredeyse nefes alışımız bile paraya bağlı, para ile mümkün. Bu şehir hayatında cebimizde 1 lira paramız yoksa 1 şişe su alamayız ve susuzluktan ölebiliriz. Çalışmazsak su, ekmek, kıyafet, dolayısıyla da bir eş de yok. Ama aslında yaşamımızı devam ettirebilecek bir iş ve normal ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek kadar para yetmez mi? Yeter tabiî ki! Daha çok çalışıp daha çok para kazanmak, bir evi varken bir tane daha almak arzusuyla geceyi gündüze katmak, arabanın modelini değiştirmek için hayatı kaçırmak pek çoğumuzun ortak derdi aslında. Çalışacağız diye çocuklarımızın büyüme süreçlerini kaçırıyoruz, eşimizle yeterince vakit geçiremiyoruz, okumak istediğimiz o kitaba bir türlü başlayamıyoruz. Hal böyle olunca da hastane yatağında ölümü beklerken keşkelerimiz, zihnimizde dolaşıyor, bize huzur vermiyor

Keşke gerçek duygularımı anlatabilecek kadar cesur olsaydım!”

Pek çok mutsuz anımız olur ve bunların aslında temel sebebi bizim “onu üzmemek”, “birini kırmamak” ya da yeterince cesur olamayışımızdan kaynaklanır. Öncelikle anne ve babamıza, kardeşlerimize olan düşkünlüğümüzden kaynaklanır bu hassasiyetimiz! Ardından okul hayatıyla birlikte arkadaşlarımızı üzmemek, kırmamak için bir türlü kendimiz olamayız, duygularımızı dolu dolu, en gerçek haliyle anlatamayız. Bizim bu anlatamayışımız da kendi omuzlarımızda bir yük, etrafımızdakiler içinse çoğu zaman kırgınlık, kızgınlık, küskünlük olur. Oysaki yıllar hızla ilerlediğinde bu aşarı hassasiyetler, ifade edemeyişler pişmanlık olarak kalıyor, gönlümüzde!

Keşke dostlarımla bağımı koparmasaydım!”

Her birimizin çok sevdiği, yanında çok eğlendiği, her derdini açabildiği birkaç dostu vardır elbette. Bazıları mahalleden, bazıları çocukluktan, kimileri üniversiteden! Ama “hayat çok zor, çok yoğunum azizim” deyişinizi duyar gibiyim. Günlük hayatın koşturmacası, bitmeyen isteklerimizi gerçekleştirme çabası ve aslında önemsiz sevdaların peşinden sürüklenişimiz yüzünden gerçek dostları çoğu zaman ihmal ediyoruz. Oysaki ölüm kapıyı çaldığında bir kez sesini duysam dediğimiz dostlarla yaşanabilecek çok şeyi kaçırmış oluyoruz. İnanın herkes ölürken birilerini ve en çok da dostlarını özlüyor. Bence biz onlardan olmayalım!

Keşke kendi mutluluğumu daha çok önemseseydim!”

Evet, her birimizin eş, çocuk, iş ve aile gibi çok fazla önceliği var. Evet, kabul ediyorum hayat çok zor ve yoğun. Ama yıllar da çok hızlı geçiyor ve maalesef ne kadar yaşayacağımızı, ne zaman öleceğimizi bilemiyoruz. Mutluluk bir ulaşılmazlık değil, aksine bir seçimdir ve biz, mutlu olmayı seçebiliriz. Bunu fark etmek için ille de çok ciddi bir hastalığa yakalanmak, çok sevdiklerimizden birini kaybetmek ya da bir hastane odasına ölümü bekliyor olmak gerekmiyor. Biz, toplum kurallarının, gelenekselleşmiş yaşam şartlarının bize dayattığı hayatı yaşarken, kendi mutluluğumuzu teğet geçiyoruz. Değişmekten, sıradan olanının dışına çıkmaktan korktuğumuz için çoğu zaman sanki mutlu gibi davranıyoruz. Ama “anı” yaşasak, günümüzün ve sahip olduklarımızın tadını çıkarsak gerçekten mutlu olabiliriz ve o arka arkaya sıraladığımız “keşke”lerden birisi de bu olmaz.

Keşke “hayır” diyebilseydim!”

Birisi bize sorsa “ben çok cesurum”, “benim kurallarım var”, “ben bilirim” gibi cümleleri arka arkaya sıralarız. Ancak aslında bunların çoğu yalan ya da kendi kendimizi kandırmacadan ibaret. Biz çoğu zaman eşimize, patronumuza, çocuğumuza, arkadaşımıza, komşumuza, dostumuza “hayır” diyemiyoruz. İşte çoğunlukla bu “hayır” diyemeyişimiz bizi ve etrafımızdakileri koskoca bir yalan içinde yaşamaya sürüklüyor. Özellikle de biz, başkalarını üzmemek, kırmamak, kendimizi olası bir zora sokmamak için “hayır” diyemezken hep isteklerimiz, arzularımız içimizde kalıyor. Çevremizdekilerin isteklerini aslında zorla yerine getiriyoruz. Eşimizin bir isteğine “hayır” diyemediğimiz için mutsuz bir kadın, çocuğumuzun en saçma isteğine “hayır” diyememekten mutsuz bir anne, patronumuzun en mantıksız isteğine “hayır” diyemediğimiz için de karakterinden ödün veren bir yetişkin haline geliyoruz. Oysaki ölümün ensemizde kol gezdiğini fark ettiğimizde keşkelerimizden birisi de “hayır” diyemeyişimiz oluyor.

Keşke “evet” deseydim!”

Hayatımızın film şeridi gibi gözümüzün önünden, zihnimizden geçtiği son anlarda nasıl ki, “hayır” diyememenin pişmanlığını yaşıyorsak, bir de “evet” diyemediklerimiz de bizi rahat bırakmıyor. Aslında biz insanoğlu ruhen, doğa olarak çok özgürlükçü varlıklarız. Özgür olmak, özgür karar vermek durumundayız. İşte bu özgürlüğümüzden kıstığımız her bir an bizim için pişmanlık demektir. Anne, babamız istemediği için hayatımızın aşkına “evet” diyemeyişimiz, çok iyi bir iş fırsatı karşımıza çıktığında sırf şu anki işimiz daha garanti diye “evet” diyemeyişimiz ya da çocuğumuz “birlikte çizgi film izleyelim mi” diye sorduğunda işten güçten kendimizi sıyrılıp da “evet” diyemeyişimiz bize pişmanlık olarak dönecek.

Yukarıda saydıklarımın her biri kesinlikle içimizdeki cesur insanı ortaya çıkarıp çıkaramadığımızla ilgili durumlar. Bu dünyaya bir kez geliyoruz ve bunu doyasıya yaşamak bizim en doğal hakkımız. En azından bu günden itibaren bu “keşke”leri azaltmaya çalışalım! Ne dersiniz?