Bu yazımda insanlığın başlarına bir yolculuk yaparak başlayalım istedim. Mesela evrim konusunu biraz daha açalım. Okullarda bize öğretilen bildiğimiz üzere evrim; yaşayan canlılar süreç içinde gelişir ve bir sonraki nesil çok daha fazla gelişmiş özelliklere sahip şekilde gelişerek evrimine devam eder. Fakat evrimleşmek demek aslında daha iyi olmak demek değildir, hayat mücadelesi içinde daha iyi bir şekilde yaşam ve çevre koşullarına uyumlanmak demektir.

Yalnız bu evrim ne kadar işimize yaradı benim için bir muamma çünkü tek bir örnekle izah edebilirsem ki izin verirseniz deneyeceğim, ilkel çağda daha iki ayak üzerinde yürümeyi bilmediğimiz dönemlerde, emekleyerek ya da ellerimizi ön ayaklarımız gibi kullanır duruşumuzdan hayatımıza devam ediyor olsaydık, ayakta çok kaldığımızda, evdeki perdeleri astığımızda veya bir yerlere tırmandığımızda belimiz ağrımazdı, “Fıtık” sorunu ortadan kalkar o dalın uzmanlığında doktorları da işsiz bırakmış olurduk. Nerdee! İlla ayağa kalkacağız! Kalktık da başımız göğe erdi. Sahiden erdi ya! Öyle ki dünya üzerinde yürümeyi bırak öteki gezegenlere bile yapay zekalar, robotlar sayesinde artık gidebiliyoruz.

Biz insanlar daha rahat yaşamak ve bunu sürdürebilmek için her konunun ince detaylarından anlayan uzmanlar yetiştirdik ve devam da ediyoruz. Biraz daha net bir örnekle ifade edebilirsem örneğin, kemiklerimiz, kaslarımız veya eklemlerimiz ağrıdığında ortopediste giderdik fakat şimdi günümüzde podiatristler var ki eğer özellikle  ayak ve ayak bileği sorunu çekersek onlara gösterebiliriz. Ayrıca bu da nedir ki nano teknolojimiz var. Atomik seviyede, hücre büyüklüğünde nano robotlar vesilesiyle  doktorlarımız bilim adamlarımız bizi kontrol altında tutabiliyorlar.

Her konuda yararlanabildiğimiz ince detaylarına kadar faydalanabildiğimiz teknolojimiz, tıbbımız, sığınabileceğimiz güzel ve hatta akıllı evlerimiz varken bizler neden hala stres ve kaygı içinde huzursuzuz ve özgüven eksikliği çekiyoruz? Örneğin, kaplumbağaların düşük özgüveni olduğunu hiç sanmıyorum!

Açıkça söyleyebilirim ki biz insanlar tehlike ile baş edebiliriz ama kıskançlık ve başkalarıyla kendimizi karşılaştırmayla baş edemeyiz. Hasetlik hissettiğimizde sonrasında intikam almaya doğru ilerleyen, tepeden aşağıya doğru yuvarlanan kar topu gibi büyüyerek çok güçlü bir duygu haline dönüşür. Maalesef, bu durumun kontrole alınmaması sonucu zihinsel hastalığa yakalanabiliriz. Özellikle duygusal yoksunluk içinde büyüyen çocuklarda bu durum çoklukla görülebilir.

Biz insanlar, kendimizin en büyük düşmanına kolayca dönüşebiliriz ve kendimize çok zor zamanlar yaşatabiliriz. Bu kadar kendimize eleştirel olmamız esasında haksızlıkta diyenler olabilir çünkü çoğu davranışımız DNA’mızın mirasıdır.

Bunu tam olarak  açıklamak gerekirse genetik miras bir anlamda nesilden nesle atalarımızdan bu zamana kadar hayatta kalmak için aktarılan bilgilerdir. Kiminin “Ailecek DNA’mız bozuk ben ne yapayım” bahanesinin, uydurma olmadığını bu bilgiye artık sahip olduğumuzdan anlayabiliriz.

Biz insanlar DNA’mızın belli bir oranını, yaşayan diğer canlılarla da paylaştığımızı yapılan bilimsel araştırmalar sonucu görüyoruz. Örneğin, DNA’mızın yüzde doksan sekizini “Great abpe” denilen bir maymun türü ile paylaşıyoruz, bu da demek oluyor ki biz insan olarak o türdeki büyük maymunlardan yüzde iki oranında küçük bir farkla farklılaşıyoruz, u da demek oluyor ki DNA’mızın yüzde doksan sekizi “Great ape” ile aynıdır.

Bu, yüzde oranları diğer canlılarla da ilişkilidir. Mesela, DNA’mızın yüzde doksanı farelerle aynıdır. O sebeple bilim adamları birçok deneyi fareler üzerinde yapabiliyorlar.

Daha da ilginci DNA’mızın yüzde otuzunu maya maddesi ile, yanlış duymadınız evet bildiğiniz hamur yapımında ya da bira yapımında kullanılan maya ile bile yüzde otuz aynıyız. ”Mayası bozuk” sözünün nereden geldiği biraz daha açık öyle değil mi?

Son örneğim ise muz, evet muz deyip geçmeyelim çünkü kendisiyle DNA’mızın yüzde yirmi beşini paylaşıyoruz. Bir muz bana yüzde yirmi beş oranında benziyorsa yıllar önce bunun şarkısı yapan Ajdar “Muz gibiyim muz muz çikita muz ” diyerek o zamanlar dimağlarımızda durgunluk yaratırken esasında doğruyu söylemiş olmamış mıydı?

Kanıtlar ve ispatlar gösteriyor ki doğada var olan her şey birbirleriyle alakalı ve benzeştir. Peki bizi bu kadar üstün ve özel kılan nedir? Bunun cevabını beynimizi kullanma biçimimiz “Düşünce” diyerek verebiliriz , doğadaki en güçsüz yaratıklardan biri olsak da yaratıcılığımız ve birlikte çalışma yeteneğimiz sayesinde en güçlü canlı olmayı başarmışız.

Doğada bulunan canlılara baktığımızda, örneğin, bir baykuş, iki yüz yetmiş derece boynunu sola veya sağa doğru iki yöne de döndürebilir, doksan derece kadar boynunu, omuzlarını oynatmadan aşağı ve yukarı hareket ettirebilir. Daha da fazlası gözleri tam bir dürbün görüşünde ve gece görüşü  de normalin çok üzerinde olduğundan onlara gece kuşu da dendiği bilinir. Baykuşlar, geceleri üç kilometre iki yüz on sekiz metre ötede olan bir tavşanı rahatlıkla görebilir.

Bir başka örnek, vahşi bir kuş türü olan “Alaca Doğan” uçarken üç yüz seksen dokuz kilometre hıza ulaşabilir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün fakat düşünebiliyor musunuz biz insanlar eğer bu hayvanlardan birinin bu özelliklerinden birine sahip olmuş olsaydık süper kahraman olmuş olmaz mıydık?

Neyse ki zekayı kullanma biçimimiz ve fiziksel uygunluğumuz sayesinde, doğadaki her şeyi taklit ederek onların doğal yeteneklerine araçlar ve aletler sayesinde ulaştık. Bir kuştan daha hızlı uçakla uçabiliyor, teknolojik aletler sayesinde bir baykuştan daha iyi görebiliyoruz. 3 km öteyi görmek mi dedin teleskoplar ile artık diğer gezegenleri görebiliyoruz biz Baykuş’cuğum!

Konu ile ilgili sorularınız ya da paylaşacaklarınız varsa  bana, zeynepeylemsenkal@fransizlape.com adresinden ulaşabilirsiniz.

www.eylemsenkal.com

Instagram adresi @psikologeylemsenkal

Zeynep Eylem Şenkal

Psikolog “Uzman spor psikoloğu”